Denge politikası kavramı, Türk siyasi tarihinde Osmanlı’nın duraklama ve yıkılma devirlerinden bugünlere dek var olmaya devam etmiş bir kavramdır. Zaman zaman uygulanış biçimi değişen söz konusu politika, Türk dış politikasının temel karakteristiklerinden biri haline gelmiştir. Kavramın dış politikaya karakter kazandırması ve bu kadar kalıcı olmasına neden olan başlıca etmenler ise, kanımca, Türkiye’nin bulunduğu coğrafyanın büyük devletlerin ilgisini çekiyor olması ve Türkiye’nin, olanak ve yetenekleri itibarıyla, büyük devletlerin bölgeye yönelik politikalarını tek başına dengeleyecek güce sahip olmaması olarak sıralanabilir. Bu doğrultuda, denge politikası üzerine yapılan değerlendirmelerin Türkiye’nin ulusal güç kapasitesi ve yeteneğinin yanı sıra uluslararası sistem ile bağlantılı bir şekilde ortaya konması gerektiği de açıktır. Bu noktada özetlemek gerekirse, Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğundan bu yana ulusal güç kapasitesi, yeteneği, hedefleri ve çıkarları ile uluslararası sistemdeki yeri bakımından denge politikası çemberinde hareket etmek zorunda olan bir devlet görünümünde olmuştur diyebiliriz.
Hem uluslararası sistem hem de ulusal güç kapasitesi bağlamında yapılacak olan incelememizin dönem itibarıyla geniş bir arka planı kapsamadığını da burada belirtmek gerekmektedir. Çalışmamızın asıl odak noktası, son dönem uluslararası sisteminin ve Türk dış politikasının dinamikleri üzerine olacaktır. Genel itibarıyla bakıldığında, politika dinamikleri açısından bazı temel değişimlerin yaşandığına tanıklık ediyoruz. Ancak bu durumun, geçmişte denge politikasını şekillendiren dinamiklerin ortadan kalktığını iddia edebileceğimiz anlamına gelmediğini de unutmamak gerekiyor. Geçmişin koşullarının ve yaşanmışlıklarının izleri Türk dış politikası üzerinde durmaya devam etmektedir. Bu hususları ihmal etmeden, çalışma kapsamında daha çok Doğu Akdeniz, Libya ve Suriye çevresinde yaşanan olaylara ilişkin bir bakış açısı sunulmaya çalışılacaktır.
Çalışmada, halihazırda uygulanmaya çalışılan yeni denge politikasının dinamikleri üzerinden bir inceleme ve çeşitli risklerin / tehditlerin tespiti üzerine odaklanılmaya çalışılacaktır. Bu doğrultuda, yeni denge politikasının, politika mekanizmasının dinamikleri ve içinde bulunduğu uluslararası sistemin yapısı göz önünde bulundurularak “eksensiz denge” olarak adlandırılması tarafımca uygun görülmüştür. Bu adlandırmada etkili olan en temel etmenlerden biri ise “Eksen ülke Türkiye!” söylemidir. Bu söylem ile ifade edilmeye çalışıldığı üzere, Türk siyasi karar alıcıları, temel bir eksen kabulünü terk edip genel stratejilerini bu gerçeğin üzerine inşa etmeye çalışacaktır. Çeşitli politika alanlarında uygulanmaya çalışılacak olan genel stratejinin tek bir eksen üzerine konumlanmayacak olması nedeniyle, geçmişte çok kez tekrar edilen “esnek ittifak ilişkileri” hedefi de bir adım öteye taşınacak gibi durmaktadır. İstenilenlerin başarılması durumunda ortaya çıkacak olan denge mekanizması, dışarıdaki gelişmeleri ve devletlerin politikalarını dengelemenin ötesinde, kendi politikalarının da kendi içinde dengelendiği yeni bir Türkiye modeli öngörüyor olabilir. Bu durum bizleri askeri, siyasi ve ekonomi politikaları itibarıyla Batı ekosistemine entegre olma çabasındaki Türkiye modelinden, her politika alanının özgül dinamikleri uyarınca gerektirdiklerini gözeten çok daha geniş bir uluslararası iş birliği mekanizmasını hayata geçirmiş bir Türkiye’ye götürebilir. Ancak bunu başarmak, söylendiği kadar kolay değildir. ABD’nin yönlendirici lider rolünün belirgin olduğu ve artık eski diyebileceğimiz uluslararası sistemin gerekliliklerine uygun düşen bir önceki dönem politikalarının pek çok alandaki bağlayıcı etkisi, atılacak her adımda gözetilmek zorundadır.
1. Kronikleşen Memnuniyetsizlikler ve Değişim Talebi
Giriş kısmında ifade edildiği üzere, Türk dış politikasının denge dinamiklerini etkileyen en temel iki unsurdan biri uluslararası sistemin yapısı olmaktadır. Gerek iki dünya savaşı arası dönem gerekse de Soğuk Savaş dönemi politika gelişmeleri incelendiğinde, uluslararası sistemin aynı kalmadığı görülebilmektedir. Bu doğrultuda, Türk dış politikasının dengeleme dinamikleri ve mekanizmaları da işin doğası gereği aynı kalmamıştır. İki savaş arası dönemde Batı ekosistemine dahil olmaya çabalayan ve bir Avrupa medeniyeti algısıyla hareket ederek, bu medeniyet standardını yakalamaya çalışan bir Türkiye söz konusu iken; Soğuk Savaş döneminde, Batı algısında Avrupa’nın yerine çok büyük oranda ABD’yi koyan ve ABD’nin ittifak sistemine dahil olmaya çalışan bir Türkiye söz konusudur. Denge mekanizması, ilk dönemde, Avrupalı devletler arasında kurulan ilişkilere uygun olarak Avrupalı devletlerin kendi içindeki çekişmelerden yararlanmayı ve SSCB ile kurulan iyi ilişkileri bir koz olarak kullanmayı hedeflerken; ikinci dönemde, SSCB ile bozulan ilişkiler ve bu ülkeden Türkiye’ye yönelen tehdit algılamalarının boyutundaki yüksek tansiyona karşılık ABD ile yakınlaşma ve onun kurduğu ekosisteme dahil olmaya çalışarak ve hatta dahil olarak, söz konusu SSCB tehdidinden kurtulmayı hedeflemiştir. Bu amaçlarla hareket edilirken de önceki dönemin en temel dış politika anlayışlarından biri olan büyük devletlerle uzun süreli ve bağlayıcı ittifaklara dahil olmama ilkesi rafa kaldırılmıştır ve Türkiye doğrudan bir “eksene” dahil olmuştur.
Görülebileceği üzere, sistem düzeyindeki değişimler, doğrudan Türk dış politika yapıcılarının kararlarını etkileyebilmiş ve tarihsel arka planı çok eskilere gidebilen denge politikasının uygulanış biçiminde değişikliklere neden olmuştur. Bu durum, denge mekanizmalarının şekillenişinde uluslararası sistem okumasının ne derece etkili olduğuna yönelik açık bir örneği bizlere göstermektedir. Günümüzde de durum pek farklı değildir. Uluslararası sistemde Soğuk Savaş’ın bitişinden bugüne yaşanan pek çok değişim, aynı zamanda Türk dış politikasında değişecek şeylerin habercisi olmaya devam edegelmiştir. Dolayısıyla buradan yapabileceğimiz ilk çıkarım, sistem düzeyindeki değişimlerin iyi okunmasının önemi üzerine olmaktadır.
Peki, uluslararası sistem düzeyinde yapılacak olan okumaları zorlaştıran bir durum söz konusuysa. Bir başka deyişle; uluslararası sistemin temel karakteristiği sistemin belirsizliği olduğunda, uluslararası arenada bir devletin konumlanışı nasıl gerçekleşecektir? Kanımca, günümüzde yaşanan pek çok olayın temelinde bu durumun sancıları yatmaktadır. Bu aşamada, sistem düzeyindeki değişimlerin hiçbir dönem sancısız ve / veya birden ortaya çıkmadığını söyleyebilecek olsak da modern dönem uluslararası sistem modellemelerinin hiçbirinde de günümüzde yaşanan seviyede belirsizliklerin söz konusu olmadığını iddia edebileceğimizi sanıyorum. Yükselmekte olan bir güç konumundan, pek çok alanda yükselmiş ve ABD’nin doğrudan rakibi olarak görülen bir Çin gerçeğine geçiş yaşanmıştır. Ancak Çin, ABD ile ekonomi ve teknoloji alanlarının sınırlarını aşan mücadele yöntemlerine henüz aktif olarak girişmiş ya da girişebilmiş değildir. Bu konu dışında, tehdit yelpazesi giderek genişlemekte ve devletler, yerel aktörlerden de kendilerine yönelen tehditlerle uğraşmak durumunda kalmaktadır. Uluslararası sistemin klasik yapısı itibarıyla sahip olduğu devlet – devlet arası rekabet dinamikleri, ağırlıklarının azaldığı bir görünüm çizmektedir. Benzeri durumların yarattığı belirsizlikler, Türkiye dahil, uluslararası sistemin eski işleyişinden istediği oranda yarar sağlayamayan ve belli ölçülerdeki memnuniyetsizlikleri kronik hale gelmiş olan devletler açısından çok daha büyük belirsizlikler yaratmaktadır.
Kısaca değinilecek olursa; Türkiye, sınırları ötesinden ülkesine yönelen terör kaynaklı sorunlar, Yunanistan’la ikili ilişkiler düzeyinde ortaya çıkmış ve hiçbiri çözüme bağlanmamış sorunlar, çevresinde yer alan bölgesel alt-sistemlerdeki (Orta Doğu, Balkanlar, Kafkasya) siyasi istikrarsızlıklar ve daha başka birçok sorunla uğraşan ya da bu sorunlardan etkilenen bir ülke konumundadır. Buna karşın söz konusu sorunların hiçbirinde, çözüme yönelik adımların atılması anlamında, uluslararası sistem ya da bölgesel alt-sistem düzeylerinde devlet aktörler arasında bir uzlaşı oluşamamaktadır. Ayrıca Türkiye’nin bireysel inisiyatifleri de her defasında başka dinamiklerce kısıtlanabilmektedir. Bu kısıtlar zaman zaman Türkiye’nin kendi kapasite sorunlarından kaynaklı olabilirken, zaman zaman da sistem düzeyinden kaynaklı olabilmektedir. Birçoğu Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkmış / çıkmaya başlamış olan bu sorunlar, Türkiye’nin gündemini meşgul etmeye ve enerjisini almaya devam etmektedir. Son döneme yoğunlaşıldığında görüleceği üzere, bu sorunlara Doğu Akdeniz yetki alanları paylaşım sorunu ile Libya ve Suriye gibi sahalarda yaşanan sorunlar da eklenmiş durumdadır.

Tüm bunları düşündüğümüzde, Türkiye’nin içinde bulunduğu politik ortam ve onun kısıtlarından pek hoşnut olmadığını tahmin etmek çok zor olmamaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin uluslararası sistem düzeyinde yaşanacak bir değişime, yeni yapı ve süreçler daha kısıtlayıcı olmadığı sürece, karşı olmayacağını rahatlıkla söyleyebilmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Ancak bu noktada Türkiye’nin durduğu yerin daha iyi anlaşılması adına incelenmesi gereken iki örnek ve bu örneklerin mimarı bir devlet bulunmaktadır: Dünya savaşları ve Almanya. Uluslararası sistem düzeyindeki bir değişime karşı olmadığını düşündüğüm Türkiye ile o dönemlerdeki Almanyalar arasındaki farkın iyi anlaşılması gerektiğini düşünüyorum.
Almanya hem I. Dünya Savaşı hem de II. Dünya Savaşı öncesinde uluslararası sistemin işleyişinden ve kendisinin sistemdeki konumundan memnuniyetsizlik duyan bir ülke konumundaydı. Her iki dönemde de kendi gelişimine ya da gelişmişliğine daha uygun bir konum talep etmekteydi. Ancak Türkiye örneği ile Almanya örneğini, bu nokta üzerinden kurulacak bir benzerlik yoluyla karşılaştırmanın doğru olmadığını hemen belirtmek gerekiyor. Almanya, uluslararası sistemi değiştirmeye çalışırken sistemin büyük güçlerinin doğrudan rakibi konumundaydı ve bu dönemlerde sistem düzeyinde ortaya çıkacak sorunlarla mücadele etmenin yöntemleri az çok belirliydi. Türkiye ise bu konumdan çok uzak bir noktada durmakta ve içinde bulunulan koşullar itibarıyla sistem düzeyinde farklı parametrelerin geçerli olduğu görülmektedir. Bir diğer fark olarak Türkiye, talep ettiği değişimi büyük güçler arasındaki dengeye oynayarak gerçekleştirme ve kendine alan açmanın yollarını aramaktadır. Almanya ise kendi ittifak sistemini oluşturup, doğrudan sistemin büyük güçlerinin karşısına dikilmeyi tercih etmişti. Bu noktalardan bakınca, Türkiye’nin değişim taleplerinin sistem ölçeğinde olmadığı rahatlıkla anlaşılabilmektedir. Türkiye, halihazırda, bölgesindeki statükodan memnun olmayan ve bunu değiştirmeye çalışan bir ülke görünümünden öteye geçmemiştir. Almanya, doğrudan sistemi değiştirmeye çalışan taraftayken; Türkiye, yalnızca, değişime itiraz etmeyecek bir konumda bulunmaktadır. Dolayısıyla, algısal düzeyde bile olsa Türkiye’yi büyük devletlerin karşısına konumlandırmamak, yanlış anlaşılmamak adına, son derece önemlidir.
Ancak sözünü ettiğim bu yanlış konumlandırmalara maalesef denk gelinebilmektedir. Türkiye imgesi açısından, Türk dış politikasının son derece tehlikeli olabilecek davranış ve tutumlarla birlikte anılabildiği görülebilmektedir. Özellikle Batı basınında çıkan bazı içerikler, Türkiye imgesi hakkındaki yanlış algıları besleyen bir noktada durmaktadır. Almanya örneğine değinme gereği hissetme nedenimin altında bu durum yatmaktadır. Alman dış politikası, revizyonist olduğu dönemlerde, temel karakteristikleri itibarıyla abartılmış ekonomik çıkarlar ve yapay ulusal ihtiyaçların yanında, büyük güç statüsü talebi çerçevesinde uzlaşmaz ve kibirli bir tutum içerisindeydi. Türkiye, asla, Almanya’nın o dönemlerdeki taleplerinin benzeri taleplere sahip değildir. Ancak buna rağmen böylesi bir benzerliğin kurulabiliyor oluşunun altında yatan gerekçelere de iyi odaklanılması gerekmektedir. Kanımca, bu sorunun altında yatan en temel neden, Türkiye’nin sahip olduğu gerçekçi politika hedeflerinin doğru şekilde ifade edilmeyişidir.
Ancak, sistem düzeyi belirsizliklerin hakim olduğu bir ortamda dost – düşman ayrımının netliğini kaybetmesi, güç dengelerine yönelik uzun vadeli öngörü yapma imkanının kalmayışı ve büyük yanılma paylarının ortaya çıkması gibi politika yapıcıları çok zorlayan koşullar altında gerçekçi politika hedeflerinin belirlenmesi ve ifade edilmesindeki zorluğu görmezden gelmek, Türk karar alıcılarına haksızlık olacaktır. Teknolojinin diğer ülkelere ve yerel aktörlere yayılması sonrası sistem içerisindeki ağırlığı giderek dengelenen ABD gerçeği, güvenlik tehditlerinin giderek genişleyen yelpazesi ile yerel aktörlerin artan rolü, devlet – devlet arası rekabetlerin sistem içindeki ağırlığının biraz daha azalması gibi değişimleri de hesaba kattığımızda, Türkiye açısından “gerçekçi hedefin” statükosunu korumak ve bir çeşit hareketsizlik olmadığını düşünüyorum. Artık ABD ve onun yönlendirici lider olduğu iddia edilen uluslararası sistem bir çeşit kriz içerisindedir ve rahatlıkla eski kabul edilebilir. Dahası, Eric Hobsbawm’ın II. Dünya Savaşı’nın nedenleri arasında sıraladığı Liberalizmin krizi, bugün tüm gerçekliğiyle yeniden yaşanmaktadır. Söz konusu edilen tüm bu değişimlerin, Türkiye’nin kendi memnuniyetsizliklerini giderme yönündeki değişim taleplerini daha güçlü şekilde gündeme getirebilmesi adına kaçırılmaması gereken fırsatlara gebe olduğunu atlamamak ve Türkiye’ye bir çeşit hareketsizliği önermekten vazgeçmek gerekmektedir. Asıl kafa yorulması gereken, bu koşullar altında gerçekçi bir hedefin nasıl belirlenebileceği ve bu hedefe uygun adımların hangi yöntemlerle atılması gerektiği hususlarıdır. Diğer bir deyişle, enerjimizi, Türkiye’nin askeri yöntemlerinin diplomatik / siyasi yöntemlerin işe yararlığını artırma ve onlara daha güçlü bir işlevsellik kazandırma adına nasıl kullanılabileceğini düşünmeye harcamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. ABD’nin sert gücünün ortalarda görülmediği günümüz koşullarında sert gücümüzün edilgin bir konuma itilmesi, telafi edilemez alan kayıpları ve ulusal güvenliğin zarar görmesiyle sonuçlanabilir. Nitekim ABD’den boşalan hareket alanları, BAE gibi Akdeniz’e kıyısı olmayan devletleri bile Doğu Akdeniz’de faaliyet gösteren bir aktöre dönüştürebilmiştir.
2. Sert Güç Kullanımı Hakkındaki Algıların Yönetilmesi
Türk karar alıcıları gerek Suriye’de gerek de Doğu Akdeniz ve Libya’da sert güç unsurlarını aktif bir biçimde kullanmak zorunda kalmıştır. Ancak örneklerin hepsinde askeri gücümüz, savunma odaklı harekatlar gerçekleştirmiştir. Ortada bir yayılmacılık yoktur. Doğu Akdeniz’deki sorunlar 2000’lerin başından bu yana varlığını koruyan sorunlardır, yeni ortaya çıkmamışlardır. Türkiye, AB ile müzakere süreçleri sırasında Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve GKRY’nin politikalarına karşı diplomasi sınırlarında kalan tutumunu uzun süre korumuştur. Bu bölgede ortaya çıkan günümüz gelişmeleri, 3-4 yıl içinde atılan adımlar biçiminde algılanamaz. Suriye örneğini ele aldığımızda da benzeri bir durum görülebilmektedir. 2011’de olaylar başladığında, sınırlarını genişletmek isteyen bir Türkiye söz konusu değildi ve hala daha değildir. Türkiye’nin Suriye’deki varlığı, BM Antlaşmasından doğan haklarına uygundur ve savunma amaçlı olduğu açıktır. Libya konusunda savunulan tezlere baktığımızda da benzeri bir savunmacı anlayışı görebilmekteyiz. O zaman bu noktada sorulması gereken soru, “Türkiye’nin savunmacı tutumlarının bir çeşit neo-Osmanlıcılık olarak algılanmasının altında yatan gerekçeler nelerdir?” şeklinde olmalıdır.
Bu noktada karar alıcılarımızın söylem oluşturma biçimlerinin çok etkili olduğunu düşünüyorum. Özellikle son dönemde Dış İşleri gibi kurumlar tarafından yapılan birtakım resmi açıklamalara tanık olduk. Açıklamalar çok sertti ve yapay duran bir biçimde “uzlaşma payı” bırakılmışa benziyordu. Ancak dış politika, uygulanışı sırasında bir uzlaşmayı hedeflemelidir. Bu alandaki politikaların, dayatma noktasından hareketle üretildiği biçiminde bir algı oluşturulmamasına özen gösterilmelidir. Bu gereklilik, Türkiye’nin dayanım kapasitesi ve ulusal gücüne uygun düşecektir. Kısacası dikkat edilmesi gereken hususlar; ne istediğini belirtirken, sorunun muhatabı olan taraflara (Türkiye de dahil) onurlu bir geri çekiliş imkanını tanıyacak türden açıklamaların yapılması ve adımların da buna uygun olarak atılmasıdır. Doğu Akdeniz, Libya ya da Suriye’de hayati çıkarların görülüyor olması, açıklamaların doğrudan bunu yansıtan sertlikte olmasını gerektirmez, gerektirmemelidir. Bugün Türkiye’nin bölgesindeki statükonun değişimi talep edilirken, bu değişimin, Türkiye’nin aleyhine gruplaşmaların oluşması riskini artıracak türden bir söylem tarzıyla dile getirilmemesine özen gösterilmelidir. Türkiye’nin atmayı tercih ettiği politika adımları zaman zaman sert olabilir ancak dilin de bu sertliğe sahip olması, sert güç kullanımını gerektiren olayın ilk anları dışında, gerekli değildir ve sürdürülmesi durumunda zarar vericidir.
Gelişmeleri takip edenlerin göreceği üzere Türkiye, Doğu Akdeniz’deki tutumunu devletin en üst perdesinden dünyaya duyurmuştu. Bunun ardından adım adım bu sahadaki girişimler hızlandırılmış ve “Mavi Vatan” haritasına uygun düşecek biçimde Doğu Akdeniz’de adımlar atılmış, bölgede fiili bir durum oluşturulmuştu. Akabinde de açıklamaların tansiyonu yükseltilmişti. Ancak bu seviyede bir gerginliğin sürdürülebilir olmadığı ve hızlı sonuç alınamayacağı, bir süre sonra ortaya çıktı. Yapılan açıklamaların içerisine “diyalog” mesajları daha doğrudan eklenmeye ve bazı açıklamaların ana teması doğrudan “diyalog” olmaya başladı. Bu noktada, Türk karar alıcılarının, ulusal çıkarlarını muhataplarının değer yargılarıyla eşleştirmede pek başarılı olamadığını rahatlıkla söyleyebileceğimizi düşünüyorum. Bu da bizi doğrudan uluslararası sistem düzeyindeki belirsizliklere götürmektedir. Sistem düzeyindeki değişimin getirdiği belirsizlik ve sistemin büyük güçlerinin bu belirsizliği sonlandıracak türden bir konumlanışa sahip olmaması nedeniyle, Türkiye, attığı adımları uluslararası bir değerler dizinine uygun hale getirmekte zorlanmakta ya da söz konusu belirsizliğin, kendi söylem ve hareket tarzını değiştirme noktasında sağladığı fırsatları çok geniş yorumlamaktadır. Ancak şunu asla unutmamak gerekir ki ABD’nin yönlendirici lider olduğu sistem doğrultusunda hareket edilemeyeceği de ortadadır. ABD sert gücünü eskisi kadar aktif kullanmamaktadır. Dahası diplomatik alanlardaki girişimler açısından ABD’nin varlığı çok cılız gözükmektedir.

Bu aşamada, Doğu Akdeniz’deki güç boşluğunun yarattığı hareket alanının değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Ancak hareket alanının varlığı, Türkiye’nin ulusal güç kapasitesine ilişkin gelişim beklentisi ve hızı gibi iki ana ölçütü doğru şekilde dikkate almadan, Türkiye’nin sert güç kapasitesi yanlış yorumlanarak doldurulmaya çalışılmamalıdır. Ulusal güç kapasitemizin sınırları ve sınırlılıkları açıktır. Türkiye, sert gücü itibarıyla, bölgesinde dengelenebilecek bir ülke konumundadır. Dolayısıyla bölge ülkelerinin karşısına konumlanmak, Türkiye açısından uzun süre sürdürülebilecek gibi gözükmemektedir. Ayrıca bölge ülkeleri de Türkiye’yi doğrudan karışlarına alan konumlanışlarından zarar etmektedir. Mısır örneği üzerinden bakacak olursak; Yunanistan’la yaptığı antlaşma sırasında Meis adasının konumuyla ilgili olarak Türkiye’nin hassasiyetine duyarsız kalmayan bir Mısır gerçeğini atlamamak gerekmektedir. Bu durum, Mısır karar alıcılarının, Türkiye ile ikili ilişkilerin bozulmasının neden olduğu zararların boyutunu büyütmeme çabası olarak okunabilir. Burada, kanımca, Mısır’ın Türkiye ile uygun koşullar altında diplomatik / siyasi ilişkilerini canlandırma fırsatını geri tepmeyeceği çıkarımını yapmak doğru olacaktır. Libya ile yapılan antlaşmanın, BM tarafından tanınan Tobruk meclisinden geçmediğini ve bu kapsamda ileride hesapta olmayan sorunların yaşanabilmesi ihtimali olduğunu hesaba katarsak, Mısır ile kurulacak iyi ilişkilerin Türkiye’nin hedeflediği türden bir statüko değişimi açısından fırsat kapılarından biri olabileceği unutmamalıdır.
Söylem tarzını değiştirmek ve buna bağlı olarak hareket tarzları arasında diplomatik adımlara daha belirgin biçimde yer vermek, Türkiye açısından artık yıpratma savaşlarına dönme tehlikesi taşıyan Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz sahalarındaki çabalarının çok daha sürdürülebilir hale gelmesini sağlayacaktır. Bu noktada, sürdürülebilirlik açısından, SSCB yıkıldığında Karadeniz’de sahip olunan sert güç dahil birçok avantajın zamanla kaybolmasının ve sonrasında Rusya etkisinin yeniden artmasının hesaba katılması gerekmektedir. Türkiye, ekonomik ve teknolojik kapasitesi itibarıyla belli başlı sınırlılıkları aşamamış bir ülkedir. Dolayısıyla sert güç kapasitesinin gelişim beklentisi ile hızı, çoğu zaman birbirine uymamaktadır. Bu durumu göz önünde bulundurarak, yıpratma savaşına dönüşme tehlikesine sahip mücadele sahalarındaki durumun sürdürülebilir kılınmasına odaklanmak gerekmektedir. Halihazırda Doğu Akdeniz’deki durum sürdürülebilir değildir. Türkiye, siyasi / diplomatik alanda ortaklar edinememiş durumda gözükmektedir. İtalya açık bir şekilde bölge dengelerine oynamakta ve aktif bir rol almamaktadır. ABD, geçmiştekilerin aksine, Türk – Yunan anlaşmazlıklarına doğrudan müdahil olmayan ve enerji harcamak istemeyen bir görünüm çizmektedir. Hatta sert gücünü bölgeye gönderip süreci dondurma, gerginliği azaltma girişimi dahi olmamıştır. Fransa, Yunanistan tarafında konumlanmış ve askeri / siyasi girişimler yapma çabasında görünmektedir. Almanya, iki devlet arasında arabuluculuk girişimlerine kalkışmıştır ancak dış politika enstrümanları arasında sert gücün ağırlığı olmayan Alman politikacılar, söz konusu sahadaki gerilimi bitirebilecek ve hareketliliği durdurabilecek kapasitede değildir. Almanya, şimdilik, AB bünyesindeki müzakerelerde Yunanistan’ın tezlerini dengeleyici ve sakinleştirici bir rol oynamaya çalışsa da çabaları uzun süre devam etmeyebilir. Kısacası söylemek istediğim; Karadeniz’de, zaten alışık olduğumuz, Rusya’nın üstünlüğü durumunun eski haline gelmesi ile Doğu Akdeniz’deki görece etkili sert gücümüzün törpülenmesi ve etkisini kaybetmesi aynı şeyler değildir. Bu kapsamda, Akdeniz’de NATO etkeninin bulunduğunu ihmal etmemeli, gerginlikleri azaltma ve çabalarımızın sürdürülebilir kılınması bağlamında örgüt içindeki girişimleri yararımıza olacak şekilde kullanmaya çalışmalıyız.
Bir savaş olasılığı üzerine düşündüğümüzdeyse; Deniz Kuvvetleri için yürütülen ve geliştirme aşamasında olan birçok projesi istediği hızda gitmeyen bir Türkiye’nin, olası güç kayıplarını telafi etmekte büyük zorluklar çekeceğini tespit edebiliriz. Dolayısıyla Türkiye açısından olası bir Yunanistan savaşının istenmeyeceğini tahmin etmek güç değildir. Ancak Türkiye’nin tutumunun bölgedeki muhatapları tarafından böyle algılanmadığı ve hatta Türk karar alıcıları tarafından yapılan açıklamalardaki üslup nedeniyle böyle algılanmasının önüne geçilebildiği görülmektedir. Kanımca, Türkiye, bu konuda tüm kurumları ve resmi kişileriyle birlikte ulusal hedeflerine / çıkarlarına daha uyumlu olacak bir üsluba geçerek, yeni bir söylem birliğine gitmenin yollarını aramalıdır. Böylece daha kabul edilebilir politikalar ürettiği düşünülen bir Türkiye imgesine sahip olunabilir. Kanımca, Yunan sorunlarıyla mücadele etmenin en mantıklı yolu bu olacaktır. Yoksa, Türkiye’nin antlaşmalardan doğan birçok hakkını açıkça ihlal etmiş bir Yunanistan’a karşı diplomatik ve siyasi alanda yalnız kalınması riski söz konusudur. Doğu Akdeniz’deki son olaylardan sonra, AB karar mekanizmalarından istediği kararları çıkartabilmek adına karar mekanizmalarını kilitlemeye çalışan Yunanistan’ın tutumundan hoşnut olmayan AB ülkelerinin, tezlerimize daha ılımlı yaklaşmalarını sağlamak sanıldığı kadar imkansız değildir. Türk karar alıcıları, bu noktayı es geçmeyerek, Türkiye’nin bölgesindeki statükonun rekabet dışında uzlaşma ve diplomasi seçenekleri yoluyla belli ölçülerde değişebileceğini hesaba katmalıdırlar. Böylece Türkiye, haklı olduğu olaylar karşısında dışlanmışlık hissine kapılmasına neden olan ruh halinden de kurtulabilir. Ayrıca Türkiye, uluslararası antlaşmaların ihlalinden zarar gören taraf olarak antlaşma hükümlerini askıya alma hakkına zaten sahiptir. Dolayısıyla Yunanistan ile yaşanan ya da yaşanacak olan krizlerde, Türk karar alıcılarının, Türkiye’ye karşı oluşacak olan uluslararası tepkinin dozunu artırıcı tutumlara girmemeye dikkat etmesi, en az krizin kendisi kadar önemlidir. Kanımca, Yunan krizlerinin kilit noktası budur. Yunanistan’a karşı fiili bir durum yaratmanın maliyeti, Türkiye’nin kapasitesini zaten aşmamaktadır.
3. Sert Güç – Yumuşak Güç Dengesi ve Yerel Aktörlerle İş Birliği
Çalışmanın bu bölümüne kadar yapılan tespitleri ve görülen riskleri dile getirirken, diplomasinin ağırlığının artırılması ve söylem tarzının değişmesi gerektiğini savundum. Ancak bunların hiçbirini sert gücü edilgin konuma atma gereği gördüğüm için dile getirmedim. İlk bölümde, Türkiye’ye bir çeşit hareketsizliğin uygun olmadığını belirtirken, buna, sert gücü de dahil ediyordum. Diplomasi ve söylem tarzı vurgusuyla anlatmak istediğim; son dönem politikalarında sert gücün öncelenen konumunun, yumuşak güce belirgin bir biçimde arka plana atılmış görünümü vermesinin, algı oluşturmasının, olumsuzluklarının tespit edilmesiydi. Türkiye gerçekten eksensiz bir denge kurmanın peşindeyse ve bölgesindeki statükoyu değiştirme çabası içerisindeyse, sert gücünün edilgin konuma çekilmesinin yararına olmayacağı açıktır. Bu durumda, yine yukarıdaki bölümlerde vurgulandığı üzere, sert gücün sürdürülebilirliğini artırmanın yolları aranmalıdır. Kanımca, sürdürülebilirliği artırmanın yollarından birisi, Türkiye’nin cazibesi ve çekim gücü açısından, yumuşak gücün en az sert güç kadar etkin bir düzeye getirilmesidir.
Ancak bu noktada sert gücün etkinliğine ilişkin birtakım önerileri dile getirmek gerekmektedir. Eğer gerçek bir sert güç – yumuşak güç dengesinin kurulmasından söz ediyorsak, bu iki güç unsurunun birbirlerinin etkinliklerine zarar vermeyecek şekilde kullanılmasının önemini es geçmemek gerekiyor. Daha önce Orta Doğu coğrafyasında tanıklık ettiğimiz ABD’nin sert güç kullanımlarının, uzun vadede ABD’nin yumuşak gücüne ve doğal olarak cezbetme kapasitesine nasıl zararlar verdiği açıkça ortadadır. ABD, bu kapsamda, yumuşak gücünün bireylere ve toplumlara yönelik cezbedici etkisinin kırılmasının olumsuzluklarını doğrudan tecrübe etmektedir. Günümüz itibarıyla Irak, Suriye ve Libya’da harekat sahaları bulunan ve zaman zaman yerel gruplarla iş birliği yapan TSK personelleri açısından bu tespitimizin önemi büyüktür.
Suriye’de daha önce dört defa harekat gerçekleştirmiş, Libya’nın meşru hükümetine destek vermiş ve Irak’ın kuzeyinde terörle mücadelesini sürdüren askeri personelimizi ilgilendiren bu husus, harekat bölgelerinin bir çekim merkezine dönüşebilmesi açısından önemlidir. Bu bağlamda, TSK personelinin bulunduğu bölgelerdeki gündelik yaşamın sürdürülme kolaylığı ve oralarda sağlanan olanakların genişliğinin diğer bölgelerdeki insanların buralara gelme isteğini artıracağı kesindir. Böylesi bir imgenin kazanılması durumunda, TSK’nin bölgedeki varlığına yönelik bir onayın elde edilmiş olacağı da açıktır. Ancak tümüyle bölge insanının bakış açısına yönelik yürütülecek faaliyetlerin, başka açılardan meşruluk sorunu yaratacağını atlamamak gerekmektedir. Dolayısıyla bölge ülkelerinin rejimlerinin gözünde de meşru bir konum elde etmek önemlidir. Burada ise çok büyük bir çelişki ortaya çıkmaktadır. Türkiye, kendi rejimiyle çelişkiye düşmüş ve bazen açıktan çatışan insanların yer aldığı bölgelerde bulunduğu zaman, söz konusu toprakların sahibi konumundaki devletin rejimi ile ters düşmesi kaçınılmaz olmaktadır. Tam tersi düşünüldüğünde de bu kez bölge halklarının gözünde meşruluğunu yitirebilecektir.

Bu aşamada, Türk karar alıcıları, askerlerinin bulunduğu bölgelerdeki sorunların uluslararasılaştırılması yoluyla meşruiyetini bölge dışından bir destekle sağlama çabasına girişebilir. Bu durum, söz konusu bölgenin rejiminin meşruiyetini yitirmesi anlamına da gelecektir. Ancak Türkiye’nin siyasi / diplomatik kapasitesi itibarıyla çoğu zaman böylesi bir kabiliyetten uzak olduğu görülmektedir. Türkiye’nin, günümüzde, bölgesinde yaşadığı bir çeşit sıkışmışlık halinin en temel kaynaklarından biri buradan kaynaklanmaktadır. Türkiye hem denge mekanizmalarını değiştirme hem de politika enstrümanlarını çeşitlendirmeye çabalarken, beklentilerini muhataplarına anlatma yeteneğini istenen oranda geliştirmeyi başarabilmiş gibi görünmemektedir. Türk karar alıcılarının, meşruiyet kaynağı olarak yerel aktörlerle iş birliğini artırıcı çabaların içerisine girebildiği ve sorunlarını uluslararasılaştıramadığı bölgelerde, sorunların çözümüne yönelik yetki kullanımını ulusal düzeyde tuttuğu görülmektedir. Yetki kullanımının ulusal düzeyde kalması (Suriye ve Doğu Akdeniz örnekleri) ve bazen de ikili ilişkiler düzeyinde hareket edilmesi (Libya örneği), Türkiye’nin bölgedeki hareketlerine karşı uluslararası ya da bölgesel düzeylerde doğan tepkilerin maliyetini artırıcı etkiler yaratabilmektedir. Maliyet artırıcı etkilerin görülmesini engellemenin bir yolu olarak Suriye’de Rusya ile iş birliğini kullanabilmiş olan Türk karar alıcıları, benzeri bir başarıyı Doğu Akdeniz ve Libya’da henüz gösterebilmiş değildir.
Libya’da meşru bir hükümetin ve bir toplumun var olmasının avantajını kullanmaya çalışan Türkiye, bölgede bulunmasının gerekçesi olarak söz konusu aktörlerle arasındaki ilişkileri göstererek belli ölçülerde meşruluk elde edilebilmiş olsa da Doğu Akdeniz için benzeri bir durum söz konusu değildir. Açıklanan ve savunulan Mavi Vatan politikası, Türkiye’ye henüz istediği oranda uluslararası ya da bölgesel meşruiyeti sağlamış gibi görünmemektedir. Mavi Vatan, henüz kendi kendini onaylama işlevi gören ve matematiksel bir evrene hapsolma tehlikesi taşıyan bir politika görünümünden kopamamıştır. Buradan anlaşılacağı üzere Türkiye, Doğu Akdeniz’deki faaliyetleri kapsamında yumuşak gücüne ihtiyaç duymaktadır. Şimdilik, uluslararası sistem düzeyindeki belirsizliğin bir getirisi olan, tekil çıkarların rekabetinin önünün açılmasının sağladığı avantajla kendine uygulama imkanı bulmuş olan Mavi Vatan politikası, gelecekte beklenenin tersi bir etki gösterme riskine sahiptir. Birbirleriyle olan bağlantısı düşünüldüğünde, Doğu Akdeniz’de yaşanacak olumsuzlukların Türkiye’nin Libya’daki mevcudiyetini olumsuz etkilemesi ise işten bile değildir. Dolayısıyla Türkiye, Suriye ve Libya’daki yerel aktörlerle kurduğu iş birliğinin benzerini, Doğu Akdeniz’de, sahanın doğası gereği bölgesel aktörlerle kurmak durumundadır. Böylece “Mavi Vatan” uzlaşı yoluyla hayata geçirilmeye çalışılan bir politika görünümüne kavuşabilir ve bu kapsamda yürütülen faaliyetlerin sürdürülebilirliği artırılabilir.
Buraya kadar anlatılanlardan çıkarılabileceği üzere, Türkiye, bulunduğu bölgelerde bir denge mekanizması kurmak istediğinde yerel aktörlerle kurduğu ilişkileri bir gerekçe olarak sunabilmektedir. Ancak yerel aktörlerle kurulan ilişkilerin sağladığı yararın, kısa vadede görünür hale gelmesi kadar, uzun vadede yeni bir statüko oluşturma kapasitesinin düşüklüğü göze çarpmaktadır. Bu nedenle, yerel aktörlerle kurduğu ilişkilerin TSK personelinin cazibesini ve çekim merkezi yaratabilme yeteneğini artırdığını görmezden gelmeden ve bu avantajları yitirmeden, bölgesel düzeydeki aktörlere yönelik olarak da onları cezbetme amacı taşıyan politikalar üretilebilmelidir. Bölgede bir İsrail gerçeği bulunmaktadır ve Türkiye karşıtı duygular üzerinden başarılı bir yumuşak güç kullanımı örneği sergilemektedir. İsrail’in bulunduğu hassas konuma rağmen böylesi çabalardan yarar sağlayabiliyor olması, Türkiye açısından bölgesel statükonun istenmeyen bir biçime bürünmesi riskini oldukça fazla artırmış durumdadır. Kaldı ki İsrail’in yürüttüğü yumuşak güç kapsamındaki faaliyetlerin başarısı, bir yönüyle, Türkiye’nin bölgedeki politikalarının bölge ülkeleri tarafından olumsuz bir şekilde algılanıyor olmasından kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla Türkiye’nin cazibesini artırmak için girişeceği her türlü yumuşak güç faaliyetinin İsrail açısından olumsuz etki göstereceği, kanımca, açıktır.
Tabii burada Türk karar alıcılarının çabalarının hakkını vermek gerekiyor. Uluslararası sistem düzeyindeki değişimin ve ortaya çıkan belirsizliğin iyi okunduğunu ve eski düzenin ortak güvenlik mekanizmalarının etki kapasitelerinin azalacağının doğru biçimde tespit edildiğini söyleyebiliriz. Bağlantılı olarak, ulusal güvenliğin sağlanması kapsamında yeni bir ortak kimlik ve değerler sistemi oluşturulması ihtiyacının doğacağı ve bu kapsamda yerel aktörlerle yapılacak iş birliklerinin payının artacağının da doğru biçimde saptandığını görüyoruz. Ancak küresel düzeyli güvenlik mekanizmalarının yerini ne tür bir mekanizmanın alacağı konusunda henüz bir saptamanın ya da politikanın ortaya çıkmadığını da görüyoruz ki bu durumdan kaynaklı sorunlar, bölümün bu kısmına kadar anlatılanların özeti niteliğindedir. Bu nedenle, Türkiye’nin ulusal düzeyde güvenliğini sağlayacak doğru politikaların izlendiğini söyleyebilsek de bölgesel ve küresel düzeylerdeki hedef ve çıkarlarını koruyacak uzun vadeli bir politika üretilebildiğini iddia edebilecek durumda değiliz. Bölümün girişinde sözünü ettiğim sert güç – yumuşak güç arası dengenin korunması gereği en büyük önemine bu düzeylerde erişmektedir.
Türkiye’nin bölgesel ve küresel düzeylerdeki yumuşak gücü istenen seviyede değildir ve en kötüsü de kendi sert güç uygulamalarından zarar görmektedir. Yerel aktörlerle yapılan iş birlikleri, ülkesinin sınır güvenliğini sağlamada Türkiye’ye önemli katkılar sunsa da bölgesel ve küresel devlet aktörlerin gözündeki Türkiye imgesi zarar görmüş durumdadır. Tabii burada geçmişte oluşturulmaya çalışılan Avrupalı ve laik Türkiye imgesinin gördüğü zarar ilk olarak akıllara gelebilir ancak kastettiğim zarar çok daha fazlası olma potansiyeline sahiptir. Türkiye’nin, yerel aktörlerle yaptığı iş birliği kapsamında ve iş birliğini daha sağlam zemine oturtma amacıyla kendi kimliğini belli ölçülerde restore etme gereği duyması doğal karşılanabilir. Aslında, Türkiye imgesindeki değişim, bir yönüyle yerel aktörlerle iş birliği çabalarından kaynaklı olan değişimdir. Orta Doğu coğrafyasındaki hareket alanları itibarıyla, kendi kimliğinin “İslami yönlerini” görmezden gelmeyen ve onların da temsilcisi olduğunu gösteren bir Türkiye imgesi, Türkiye’nin yereli etkileme kapasitesini artırmaktadır. Ancak, değindiğim üzere, Türkiye’nin bölgesel ve küresel düzeylerde olan ve geniş bir konular bütününü ilgilendiren ulusal hedef ve çıkarları da söz konusudur. Bu nedenle, halihazırdaki ortak kimlik ve değerler politikaları açısından Türkiye, bölgesel ve küresel düzeylerdeki devlet aktörler tarafından yanlış algılanabilmektedir. Bu durum da Türkiye’nin sert gücünün sürdürülebilirliğine zarar verecek ölçüde enerji harcamasını gerektiren birtakım gruplaşmaların oluşmasını kolaylaştıran etkenlerden biri durumundadır.
4. Sonuç Yerine
Doğu Akdeniz’deki gerilimlerin yükselmesi, Rusya’nın Suriye’ye düzenli sevkiyatlara devam etmesi ve Libya’daki sürecin donması sonrası Sarrac hükümetinin yönetimindeki bölgelerde ortaya çıkan halk hareketleri. Tüm bunlar, Türkiye’nin de dahil olduğu bölgelerdeki süreçlerin yıpratıcılığının önümüzdeki süreçte artacağının göstergesi durumunda olan gelişmelerdir. Türkiye’nin, söz konusu alanlardaki mevcudiyetinin sürdürülebilirliğinin sağlanması ya da eğer başarı sağlanamayacaksa, onurlu bir geri çekilişin zemininin hazırlanması gibi can alıcı iki sorundan biriyle uğraşması gerekeceği açıktır. Türkiye, askeri / materyal gücünün ekonomik ve teknolojik altyapısı itibarıyla kapasitesini zorlamışa benziyor. Aynı anda üç sahada aktif biçimde bulunuyor olmak, beklenmedik bir anda ortaya çıkabilecek yeni bir sorunun doğması durumunda dayanım kapasitesinin aşıldığı anlamına gelebilir. Bu açılardan bakınca, Türkiye’nin mutlaka bulunduğu bölgelerdeki yükü paylaşacağı ortaklarının sayısını artırması ya da eğer ortağı yoksa ortak edinmesi gerektiği görülmektedir. Bu durum, Türkiye’nin ihtiyaç duyduğu harcamaların finanse edilmesi anlamında gerçekleşecek bir ortaklık olabileceği gibi doğrudan sahadaki yükün paylaşılmasını da kapsayacak ölçüde bir ortaklık olabilir.
Ancak ortak edinmenin ilk koşulu, Türkiye’nin sahip olduğu gerçekçi politika hedeflerini açık bir şekilde ortaya koyabilmek ve bir uzlaşma payı bırakmayı ihmal etmemektir. Böylece Türkiye’nin harekat sahalarındaki muhataplarının kim olduğu da daha net bir şekilde anlaşılacaktır. Çalışmanın ilk bölümünde söylediğim gibi Türkiye’nin talep ettiği değişimler, büyük devletlerin karşısına konumlanmadan gerçekleştirilebilecek niteliktedir. Bunun için uzlaşma ve diplomasi seçeneklerinin daha güçlü bir şekilde devreye alınması ve bu iki unsurun statükoyu değiştirici gücünün keşfedilmesi gerekmektedir. Türkiye, uzlaşma – diplomasi seçeneklerini kullanarak, bölgedeki dengeleri değiştirmeye çalışan İsrail’e karşı dezavantajlı konuma düşme riskini de ortadan kaldırmaya çalışmalıdır.

Yumuşak güç kullanımının artırılması ve uzlaşma – diplomasi seçeneklerinin gücünün keşfi dışında en fazla dikkat edilmesi gereken konulardan biri de sert güç kapasitesidir. Sert güç, aciliyet gerektiren durumlar dışında, gelişim beklentisi ve hızı ile birlikte uzun vadeli olarak ele alınması gereken unsurlardan oluşan bir güçtür. Türkiye’nin içinde bulunduğu durumda ise kullanım ömrünün sınırlarına yaklaşmış pek çok sistem ve platformun varlığı göze çarpmaktadır. Bu durum, sert gücün kendiliğinden erimesi riskini taşımaktadır. Yerli üretim savunma ürünleri açısından ulusal yeteneği artmış bir Türkiye gerçeği söz konusu olsa da gelişim beklentileri ile hızının uyumlu olduğunu söylemek zordur. Bölgesindeki gelişmeler karşısında hareketsiz kalma lüksü olmadığını düşündüğüm Türkiye açısından bu durum, çeşitli riskler taşımaktadır. Kısacası, sert gücün ekonomik, teknolojik ve entelektüel altyapısını ve olası tedarik planlamalarını iyi bir şekilde hesap etmek ve atılacak adımları buna uygun şekilde planlama gerekliliğini ihmal etmemeye azami özeni göstermek gerekmektedir.
Sistem düzeyinde yaşanan değişim ve ortaya çıkan belirsizliğe döndüğümüzde; böylesi dönemlerde, devletlerin, uluslararası arenadaki konumlanışları açısından net bir konum almalarının gerekli olmadığını düşünüyorum. Aksine, söz konusu sistem düzeyi belirsizliğin yarattığı / ortaya çıkardığı hareket alanları olacağına inanıyorum. Türkiye’nin bölgesinde hareketsiz kalmaması gerektiği şeklindeki düşüncemin çıkış noktası buradan kaynaklanmaktadır. Ancak söz konusu fırsatların ve doğacak olan hareket alanının yanlış bir biçimde çok geniş olarak yorumlanmaması gerektiğinin altını çizmek yararlı olacaktır. Bu noktada, Türkiye’nin bölgesindeki statükonun Türkiye’ye yarar sağlayan boyutlarının olduğu ve siyasi adımların ve söylemlerin, bunların korunmasını sağlayacak şekilde belirlenmesi gerektiği unutulmamalıdır. Örneğin; ABD, GKRY’ye yönelik silah ambargosunu sınırlı olarak da olsa kaldırmaya karar veriyorsa ya da Fransa, Yunanistan ile iş birliğini açıktan Türkiye karşıtlığı üzerine kurguluyorsa, fayda – maliyet analizlerini yeniden gözden geçirmek gerekmektedir.
Bu aşamada, en başından günümüze kadar yaşananların bir beklenti – deneyim analizine sokulması gerektiğini düşünüyorum. Eğer ortaya beklentilerle deneyimler arasındaki makasın giderek genişlediği bir tablo çıkarsa, Türkiye zarar ediyor demektir. Çalışma boyunca çeşitli risk ve tehditleri tespit etmeye çalışırken hep bu mantıkla hareket etmeye çalıştım. Açıkçası, gördüğüm risklerin başında resmi kişi ve kurumlar tarafından yapılan açıklamalarda kullanılan üsluptan kaynaklı riskler geldi. Resmi kişi ve kurumların, yürütülen politikalara ilişkin olarak, sert güçle uyumlu bir açıklama tarzı benimsediğini tespit ettim. Bu durumun stratejik iletişim ve enformasyon yeteneği açısından zarar verici olduğu kanaatindeyim. Sert güç kullanımını gerektiren olayların ilk dönemlerinde yapılan açıklamaların sertliğini ihmal edersek, resmi kişi ve kurumlarca yapılan açıklamaların sert güçle uyumu, uzlaşma payı bırakılmadığı yönünde bir algı oluşturmaktadır. Bu nedenle, yapılan açıklamalarda zoraki olmayan bir uzlaşma payı ve diplomasi vurgusuna daha sık yer verilmesinin, Türkiye’nin bölgesel ve küresel düzeylerdeki hedef ve çıkarları açısından daha yararlı olacağını düşünüyorum.
Tüm bunların dışında görece en başarılı politika tercihi olarak, yerel aktörlerle daha sıkı bir iş birliğine girişme ve yereli etkileme çabalarının yeni denge politikasına eklemlemesini görüyorum. Soğuk Savaş bittiğinden beri uluslararası arenada ağırlıkları giderek artan yerel unsurların varlığı ve geldiğimiz süreçte artık “aktör” olarak adlandırılabilmeleri gerçeğine en uygun düşen tercihin bu olduğunu düşünüyorum. Ancak yerel aktörlerle iş birliği yapmak sanıldığı kadar kolay değil. Öncelikle onların kimliği ve değer sistemleriyle görece uyumlu kimlik ve değer sistemlerinizin olması ya da kısa vadeli bir iş birliği öngörülüyorsa, çıkar ve hedeflerin kısa süreli uyumu gibi ön koşulların sağlanmış olması gerekiyor. Türkiye, bu konuda, çıkar ve hedeflerinin kısa süreli uyumu noktasından bir adım öteye geçmiş durumda. Yerel aktörlerle yapacağı iş birliğini uzun döneme yayarak, sınırlarının güvenliğini sağlama gibi çok değerli bir amacını gerçekleştirme peşinde. Bu durumda da kaçınılmaz olarak, yerel aktörlerle kendi arasındaki uyumu sağlama zorunluluğunu yerine getirmesi gerekiyor. Kanımca, son dönemlerde Türkiye’nin kimliğinin “İslami yönünün” belirgin hale gelmesinin altında yatan gerekçelerden birini bu durum oluşturuyor.
Ancak yerel aktörlerle yapılan iş birlikleri sonucu oluşturulan yeni durumların, uluslararası ve bölgesel düzeylerde kolaylıkla kabul edilebilir bulunmadığı gerçeğini de ihmal etmemek gerekmektedir. Yerel aktörlerle iş birliğinin sahada kazandırıyor olması, bu aktörlerle ilişkilerin dış ve güvenlik politikalarının ana unsuru olmaması gerektiği gerçeğini de değiştirmemektedir. Bölge devletlerini etkileme zorunluluğu ortadan kalkmış değildir. Ayrıca Türkiye’nin ulusal kimlik ve değerler sistemindeki değişimlerin, devlet aktörlerle kurulan / kurulacak ilişkiler açısından zarar verici olmamasına özen gösterilmelidir. Türkiye, sahip olduğu kimlik ve değerleri açısından, beklentilerini devlet muhataplarına anlatmaya kalktığında ön yargısız bir şekilde dinlenmesini kolaylaştıracak türden bir kimlik ve değerler dizinine sahip olmalıdır. Bu konu Türkiye’nin iç dinamikleri açısından da önemlidir.

YTÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler 4. Sınıf öğrencisi. Savunma politikaları ve savunma sanayii meraklısı. Türkiye-ABD ilişkileri özelinde Türk Dış Politikası araştırmacısı.