Soğuk Savaş sonrası Türkiye ABD ilişkisinde güvensizlik sorunu ve gelinen son noktada F-35’in konumu
Uluslararası sistemde devletler ve aktörler arasındaki ilişkilerin temelinde bugüne kadar karşılıklı veya tek taraflı çıkar esas belirleyici unsur olmuştur. Türkiye-ABD ilişkisin nerede ve hangi koşullarda başladığına dair farklı değerlendirmeler mevcuttur.
İçinden geçtiğimiz dönemde Türkiye ile ABD arasında yaşanan birtakım krizler söz konusudur. Ancak yaşanan krizlerin hiçbiri anlık yaşanan gelişmeler bağlamında değerlendirilemez. Kanımca, bütün krizlerde gözlenen en temel olgu, iki devlet arasında zaman içerisinde oluşan “karşılıklı güvensizlik” olgusudur. Bu yazıda, karşılıklı güvensizliğin temelleri Soğuk Savaş’ın sonundan itibaren incelenmeye çalışılacak ve tüm bunlarla F-35 Krizine giden süreç arasında bir bağlantı olduğu ve aslında yaşanan krizin karşılıklı güvensizlik bağlamında değerlendirilebileceği anlatılmaya çalışılacaktır.
Soğuk Savaş Boyunca Karşılıklı Güven Konusu
Türkiye-ABD ittifakının oluşumuna giden sürecin nereden başladığına dair farklı değerlendirmeler mevcuttur. Bu noktada, birtakım kaynaklar sürecin İkinci Dünya Savaşı sırasındaki askeri yardım antlaşmalarıyla başladığını, birtakım kaynaklar da 1947 Truman Doktrininden başladığını söylerler. Başlangıcı için farklı değerlendirmeler olsa da değişmeyen şey ittifakın ne amaçla ve neye karşı kurulduğudur. İttifak, en genel anlamda, Türkiye ve ABD için ortak tehdit konumunda olan SSCB’ye karşı kurulmuş ve hem SSCB’nin ve hem de onun ideolojisi olan komünizmin yayılmasını engellemeyi amaçlamıştır. Bu noktada ittifakın sağlamlığını etkileyen en temel unsurun da sahip olunan ortak tehdit algıları olduğunu söyleyebiliriz. Ortak tehdide karşı birlikte hareket edebilmek için de tarafların birbirlerinin niyetlerinden kuşkularının olmaması, yani karşılıklı güvenin sağlanması gereklidir. 1950li yıllardaki “sadık müttefiklik” dönemini düşündüğümüzde karşılıklı güvenin, özellikle Türk karar alıcılarının ABD’ye karşı tutumu açısından bakıldığında, sağlandığı açıktır.
Ancak ilişkilerin devamına baktığımızda karşılıklı güven konusunun sürekliliğini sağlamakta zorlanıldığı ve hem ABD kaynaklı hem de Türkiye kaynaklı olan dış politika okumalarındaki farklılıkların zaman zaman iki ülkeyi dış politikada birbirinin alternatifini aramaya ittiğini söyleyebiliriz. Dış politikada alternatif yaratma noktasında ise her iki tarafın da dezavantajlı olduğu noktalar vardır. Özellikle Soğuk Savaş yıllarında ikili ilişkilerin karşılıklı bağımlılık içerdiği alanlar açısından alternatif yaratmanın zorlukları ortadadır. ABD açısından, Türkiye’nin sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik önem itibariyle dönem koşullarında alternatifinin olmadığı açıktır. Türkiye açısından ise, gereksinim duyduğu ekonomik ve teknolojik ihtiyaçlarını karşılayabileceği alternatif bir kaynaktan söz etmek güçtür. En temelde uluslararası sistemin katı iki kutuplu yapısı ve bu yapının bir uzantısı olan saydığım alternatifsizlik durumu nedenleriyle iki devlet de Soğuk Savaş boyunca birbirleriyle yaşadıkları sorunları çözmek ve ilişkilerde karşılıklı güveni yeniden tesis etmek zorunda kalmışlardır. Buradan da anlaşılacağı üzere, kurulan ilişkilerde ve ortaya çıkan ittifakta, her iki devletin birbirlerine olan bağımlılık alanlarında alternatif üretmeyi başardığı oranda ilişkilerin ve ittifakın gevşemeye başlayacağını söylemek yanlış olmayacaktır. Özellikle de Soğuk Savaş sonrasında artık katı bloklaşmaların olmadığı, devletlerin kendi kimliklerini tanımlamakta zorlandığı ve kendisini uluslararası arenada bir yere konumlandırmakta güçlük çektiği bir ortamda, hem Türkiye hem de ABD birbirlerinin alternatiflerini oluşturmada eskisi kadar büyük bir zorluk çekmeyeceklerdir. Nitekim, Soğuk Savaş’ın nihai olarak sonlandığı 1991’den bu yana sözünü ettiğim biçimde gelişmeler yaşanmış ve ittifak sürekli olarak gevşemeye devam etmiştir. Bu tarihlerden itibaren yaşanan krizlerde iki devletin ortak bir zeminde bir araya gelerek ikili ilişkilerde karşılıklı güveni yeniden tesis etmekte zorlandıkları belirgin bir biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır.
Soğuk Savaşın Bitimi ve Giderilemeyen Kuşkular
91 Körfez Krizi sırasında ve sonrasında yaşanan gelişmeler incelendiğinde söylediklerim daha net bir biçimde ortaya çıkarmıştır. Amerika’nın bölgeye müdahalesi sonrası zayıflayan Irak merkezi otoritesi, ülkenin kuzeyindeki çeşitli grupların mobilitesinin artmasına ve hatta merkezi otoritenin gücünü bölgede iyice sınırlayacak biçimde bölgesel otoritelerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Barzani ve Talabani gibi isimlerin başını çektiği gruplar giderek bölgedeki nüfuzunu artırırken, PKK gibi terör grupları da otorite boşluğundan yararlanarak etkinliklerini artırma çabalarına girişmişlerdir. Bütün bunlar Türkiye’nin dış politikasını etkileyen temel parametrelerden biri olan güvenlik konusunu yeniden ve tüm şiddetiyle gün yüzüne çıkarmıştır. Türkiye, bölgeden kendisine yönelen tehdide karşı önlemler almanın yollarını aramaya çalışmıştır ancak bu noktada, ABD’nin bölge politikasıyla kendi güvenlik temelli politikasını bağdaştırma zorunluluğu Türk karar alıcılarının karşısına çıkan bir engel olmuştur. Bu bağlamda, Türkiye bölgeye yönelik somut tedbir alacak adımlar atmadan önce, bir noktada sürekli olarak, ABD’yi gözetmek durumunda kalmıştır. Bölgedeki Kürt gruplarını mobilize ederek bölge üzerindeki etkinliğini garanti altına alan ABD için, Türkiye’nin bölgeye yönelik herhangi bir kontrolsüz adımı bölgesel güçleri zayıflatma riski taşıdığından, Türkiye’nin bölgeye yönelik kapsamlı operasyonlar düzenlemesine karşı çıkılmıştır. Türkiye, PKK’yı bölgeden atabilmek adına gerek Barzani ile gerekse de merkezi otoriteyle çeşitli görüşmeler yapmışsa da bunlar bir sonucu veya getirisi olmayan girişimler olarak kalmışlardır. Bunlardan ayrı olarak yaşanan, Irak’ın kuzeyinde oluşturulan “güvenli bölge” ve bu bölgenin korunması için oluşturulan “Çekiç Güç” ün bölgeye konuşlanması bölgedeki Kürt varlığının belirginleşmeye başlamasına, ek olarak da PKK’nın etkinliğini artırmasına olanak tanıyan koşulların oluşmasına neden olmuş ve bölgeden Türkiye’ye yönelen terör olaylarının sayısında artış gözlenmiştir. Bütün bunlar Türk karar alıcılarında ABD’ye karşı birtakım kuşkuların oluşmaya başlamasına neden olmuştur. Sonraki yıllarda iyice şiddetlenen terörle mücadele sırasında da ABD ile ilişkilerde birtakım istenmeyen gelişmeler yaşanmış ve Türkiye, ordusunun ihtiyaçları kapsamında talep ettiği sistem ve platformları temin etmekte zorluk çekmiştir. Gerekçe olarak da karşısına insan hakları ihlalleri gibi kanıtı güç ve sınırları muğlak nedenler sunulunca karar alıcıların ABD’ye karşı kuşkularında artış yaşanmış ve bu, ikili ilişkilerdeki güvensizliğin daha da artmasına neden olmuştur. Bu yıllarda Türkiye, askeri alımlarında alternatif seçeneklere yönelmeyi denemiş ve ABD dışı kaynaklardan birtakım askeri alımlar yapılmıştır. Ancak, bu alımlar asla tam olarak ABD’den yapılan alımlara alternatif olacak büyüklükte olmamış, daha çok ABD’den istenen sistem alınana kadar bir boşluğu doldurma işlevi görmüştür. Gerek Türk ordusunun uzun yıllardır Amerikan malı askeri ürünler kullanıyor oluşu nedeniyle bir ekolün oluşmuş olması ve personelin yeni sisteme göre yeniden eğitimi konusu, gerekse de başka kaynaktan temin edilen askeri sistem ve platformların yeni politik bağımlılık alanı riski doğurması nedeniyle ABD dışı kaynaklardan askeri alımlar, üzerinde ısrar edilen tercihler olmamıştır.
Karşılıklı Güvensizlik ve Değişen ABD İmajı
2003 yılına gelindiğinde yaşadığımız “Tezkere Krizi” sonrası ilişkiler yeniden gerilmiştir. Hükmet 20 Mart 2003’te yeni bir tezkere teklifini meclise sunup geçmesini sağlamış ve ilişkilerdeki gerginliği azaltmaya çalışmıştır. Aynı yılın 24 Haziran günü yeni bir kararname ile Amerikan askerlerinin İncirlik Üssü ve Mersin Limanını kullanabileceğine karar verilmiş, 6 Ekim’de de talep olması halinde yaklaşık 10 bin kişilik bir Türk askeri gücünün Irak’taki istikrarı sağlama güçlerine katılmasına izin veren yeni bir tezkere kabul edilmiştir. Irak’taki gelişmelerde söz sahibi olabilmek, ABD’nin PKK’ya karşı harekete geçmesini sağlamak ve 1 Mart sonrası ABD’li yetkililerin Türkiye’ye karşı kızgınlığını azaltmak amaçlarını taşıyan bu karar, ABD’nin Türkiye’den asker talebini geri çekmesiyle, tabiri caizse, boşa çıkmıştır. Bu noktada, ilişkilerdeki karşılıklı güvensizliğin altının bir kez daha çizilmesi gerekir. 1 Mart Tezkeresi sırasında, ABD’nin 1991den sonra Irak’ta sebep olduklarını düşünerek yeni bir güvenlik krizi yaşamak istemeyen Türk tarafı tezkereyi geçirmezken; bu kez de, Türkiye’nin desteğini vazgeçilmez olarak değerlendiren ABD tarafı, 1 Mart’ta yakın bir müttefiki tarafından kandırıldıklarını düşünerek, asker talebini geri çekme kararı almıştı. İki devletin, Irak üzerinden, aslında ne kadar farklı dış politika okumalarına ve tehdit algılarına sahip olduğunu da görebiliyoruz. Türkiye, güvenliğini sağlama amacıyla Irak’ın uluslararası sistem içi ve merkezi otoritesi güçlü bir yapıya kavuşmasını amaçlayan, ki bu aynı zamanda İran ile arasında güçlü bir tampon olmasını da sağlayacaktı, politikalar üretirken; ABD, bölgedeki petrol arzının kontrolü, İsrail’in bölgedeki varlığının korunması ve uluslararası terörizm ile mücadele gibi konuları ön plana çıkaran anlayışlarla politikalar üretiyordu.
3 Temmuz 2003 Süleymaniye Olayına da ayrıca değinmek gerekir. 1 Mart Tezkere Krizinin etkileri henüz tazeyken yaşanan 11 Türk askerinin başına çuval geçirilerek el-Kaide militanlarıyla benzer muameleyle Bağdat’a götürülmesi olayı, ikili ilişkilerde yalnızca karar alıcılar düzeyinde değil, kamuoyu nezdinde de çok büyük sansasyon yaratmıştır. Daha açık bir biçimde söylemek gerekirse Türk halkında Amerika karşıtı duyguları besleyen ve artıran bir etkisinin olduğunu söylemek gerekir. Yaşanan bu olay, ABD’nin bölgede Türkiye’ye karşılık yerel gruplarla işbirliğini seçtiği yönünde oluşan algının güçlenmesine neden olmuştur. Uzun vadede bakıldığında, bu anlayış ve Amerika karşıtı duyguların kaybolduğunu söylemek çok güçtür. Amerika’nın ittifakın başından beri yürüttüğü kamu diplomasisi faaliyetleri sonucu oluşan Amerikan imajının aldığı belki de en büyük yara, bu olay sonrasında alınmıştır. ABD’li yetkililerin, Türk halkının ordusuna verdiği önemi göz önünde bulundurmadan gerçekleştirdiği bu eylem, üzerinden yıllar geçmesine rağmen kamuoyunda ABD’nin teröre destek verebilen bir ülke konumuna indirgenmesine neden olmuştur. Nitekim, kendi teröristi söz konusu olduğunda başka ülkelerin egemenliklerini bile rahatlıkla ihlal edebilen bir ülkenin, müttefikinin ulusal güvenliğini tehdit eden bir terör örgütüne karşı gerçekleştireceği operasyonlara mesafeli yaklaşması da böylesi bir imajın oluşumunda etkili olan faktörlerden biridir.
Her iki krizin de (1 Mart ve Süleymaniye Olayı) atlatıldığı ve 2004 yılından itibaren ABD ile ilişkilerin seyrinin değiştiğini, olumlu bir atmosfere girildiğini de belirtmek gerekir. Ancak her ne olursa olsun ABD’nin Türkiye’nin güvenlik algılarını anlamadığı ya da yeterince önemsemediği gerçeğinin değiştiğini söylemek imkansızdır. Bunu, özellikle PKK’nın yeniden etkinliğini artırması sonrası ABD’nin, Türk karar alıcılarının bölgeye yönelik askeri operasyon kararı almasını ve bölgeye yönelik kontrolsüz bir adımı engelleme çabasına girmesini hesaba kattığımızda rahatlıkla tespit edebiliriz. ABD’nin bu tutumunun da teröre destek verebilen bir ülke imajının oluşmasına etkisi büyüktür. Bu tutumunda bir süre ayak direyen ABD, Türk karar alıcılarının yürüttüğü “zorlayıcı diplomasi” faaliyetleri sonrası tutumunu değişmek zorunda kalmış ve ABD Başkanı George W. Bush’un “PKK Türkiye’nin düşmanıdır, Irak’ın düşmanıdır, dolayısıyla ABD’nin düşmanıdır” açıklamasında da ifadesini bulmuştur. Bush döneminin sonlarına doğru ilişkilerin olumlu seyri “stratejik ortak” olarak nitelendirilmemize kadar varabilmiştir.
Kısa Süren Toparlanma ve Sonrasında Gelen Krizler Silsilesi
Obama’nın başkan seçilmesi sonrası ilişkiler daha da olumlu bir seyir izlemeye başlamıştır. Özellikle Obama’nın Türkiye ziyareti sırasında yaptığı meclis konuşması ve dönemin Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’le yaptığı görüşmeler ikili ilişkilerde bahar havasının esmesine neden olmuştur. Bu ziyaret sonrası ortaya çıkan “model ortaklık” fikrinin altını doldurmak için çalışmalar da hemen ziyaret ertesinde başlamıştır. Hatta, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan aynı yıl ABD’ye bir ziyaret düzenlemiştir. Ziyarette de karşılıklı olarak yapılan açıklamalar ikili ilişkilerin olumlu bir seyirde devam etmesini sağlamıştır. Bu şekilde olumlu havanın esmesinin temel nedenlerinden biri, Obama yönetiminin Türkiye ile ilişkilere bütüncül bakmak yerine tek tek olaylar özelinde yaklaşmasıdır. Böylece ABD yönetimi, bütün olaylarda iki ülkenin aynı çizgide olması gibi Soğuk Savaş dönemi düşüncesiyle hareket etmemiş oluyor ve bu durum da Türkiye’ye, örneğin George W. Bush dönemindekine kıyasla, dış politikada daha özerk hareket edebilme olanağının oluşmasını sağlıyordu. Böylece dış politikada karşılıklı güvenin tesis edilmesi görece kolaylaşıyordu ancak yine de ittifakın üzerine inşa edildiği unsurlardan biri olan ortak tehdit algıları konusu aşınmaya devam ediyordu. Kanımca, ilişkilerin kurulduğu andan itibaren bütüncül bir yaklaşımla değerlendirecek olursak, Obama dönemi sayesinde iki ülkenin hem bölge hem de dünya siyasetlerinin farklılaşmasının da iyice gün yüzüne çıkmaya başladığı yorumunu yapmakta bir sakınca yoktur. Yine aynı dönemde Obama yönetiminin, müttefiklerine eskiye oranla daha geniş bir hareket alanı bırakan yaklaşımı Türkiye’ye dış politikada alternatif üretme konusunda da büyük imkanlar tanımıştır. Aynı dönemde Türkiye’nin Ortadoğu ülkeleriyle hem ticari hem de siyasi ilişkilerinin önceki dönemlere kıyasla geliştiği ve bunun yanı sıra Asya ülkeleri ve Rusya’yla da ilişkilerde gelişmeler gözlendiğini hesaba katacak olursak, yaşanacak herhangi bir krizde Türk dış politika yapıcılarının elinin eskiye oranla daha kuvvetli olacağını ve ABD’nin büyük bir dirençle karşılaşacağını rahatlıkla söyleyebilirdik. Nitekim de günümüzde yaşadığımız gelişmeler alternatifsiz kalmayışımızın, her ne kadar üretilen alternatifin sürdürebilirliği konusu tartışmaya açık olsa da, göstergesi niteliğindedir.
Dış politikalar arasındaki farklılaşmaların iyice gün yüzüne çıkması, aslında bir noktada ikili ilişkilerde yeni bir krizin habercisidir. Türkiye ABD ilişkilerinde de bu bağlamda son kırılmalar Suriye Krizi sonrası ortaya çıkmış ve bir kez daha güvenlik, tehdit algısı vs. gibi konulardaki yaklaşım farklılıkları ilişkilerde yakın zamanda yaşanacak bir krizin habercisi olmuştur. İlişkilerin başında, ittifakın kurulması ve sağlamlığı açısından kilit taşı önemi gören ortak tehdit konusu varlığını iyice yitirmeye başlamış ve hatta bir ülkenin yardım etmekte sakınca görmediği bir grup diğeri için ulusal güvenliğini tehdit eden bir noktada olabilmiştir. Bu gelişmelerin yanına bir de 15 Temmuz Darbe Girişimi’ni de koymak gerekir. Darbe girişimi sonrasında yaşananlar da iki ülke arasındaki makasın iyice açılmasına neden olmuştur. FETÖ liderinin hala daha Amerika’da yaşıyor oluşu ve Türkiye’nin taleplerine rağmen teslim edileceğine dair somut bir adımın atılmamış olması ABD’ye yönelik kuşkuların yeniden artmasına neden olmuştur. Bu noktada gerek 90lı yıllarda yaşananlar gerekse sonraki süreç düşünüldüğünde ikili ilişkilerdeki karşılıklı güvensizliğin zirve yaptığı bir dönemden geçiyoruz diyebiliriz. İşte bu noktada F-35 konusu da denkleme dahil edilebilir.
Bir Yere Bağlanamayan F-35 Konusu ve Güvensizlik Arasındaki Bağlantı
F-35’i bütün bu söylediklerimden ayrı bir konuma yerleştirerek değerlendirmek konunun siyasi bağlamından koparılmasına neden olabileceğinden riskli ve her yönüyle eksik bir yaklaşım olur. Nitekim F-35 müşterek taarruz uçağı projesinin şekillenmeye başladığı 90lı yıllarda, projeye dahil olmak isteyen Türkiye’nin karşısına kendisine çeşitli zorluklar çıkaran bir ABD çıkmıştır. Bu durumu 90lı yıllardaki atmosferi de hesaba katmadan anlamlandıramayacağımız gibi günümüzde de ikili ilişkiler arasındaki gerilimin diğer unsurlarını hesaba katmadan yalnızca F-35 ile S400 ikilisi üzerinden bir okuma da yapamayız. Bu noktada, iki ülke arasındaki anlaşmazlıkların temeline ikili ilişkilerdeki karşılıklı güvensizliği koyabiliriz. Yukarıda bahsini ettiğim gibi, ortak tehdit konusunun giderek aşınmış olması ve iki ülkenin dış politikasında tehdit algılamaları arasındaki farklılığın giderek ortaya çıkması, ikili ilişkilerde giderek bir güvensizliğin oluşmasına neden olmuştur. ABD’nin bölge politikasında önemli bir yeri olan çeşitli yerel gruplarla işbirliği, ki bu gruplar arasında Türkiye’nin terör örgütü olarak kabul ettiği PYD/YPG de vardır, konusu üzerinden baktığımızda bile aslında karşılıklı güvensizliğin nedenlerinden birini rahatlıkla tespit etmiş oluruz. Üstelik bu durum, 91 Körfez Krizi’nde ABD ile Türkiye’nin Irak’ın kuzeyine yönelik politikalarında da görülmüştür. Yani Suriye İç Savaşı özelinde ortaya çıkmış yeni bir konudan söz etmiyoruz. Burada, ABD’nin uzun yıllardır müttefiki Türkiye’nin güvenlik konusundaki hassasiyetlerini gözetmeyen tutumların içine girdiğini ve bunun herhangi bir şekilde kabul edilebilir olmadığını belirtmek gerekir.
Türkiye, hem güvenlik gereksinimi bağlamında Batılı kaynaklardan silah alımı yapmakta zorlanmış hem de bölgeye yönelik güvenlik endişeleri Batılı müttefikleri tarafından tam olarak anlaşılamamıştır. Bu bağlamda Soğuk Savaş döneminin “Doğu-Batı” ideolojik kamplaşmasının etkisinden kurtulmuş bir dış politika izlemek Türkiye için en çıkar yol olarak ortaya çıkmıştır. S400 HSS alımında gösterilen kararlılığın altında yatan nedenlerden birinin de bu olduğu görüşündeyim. Bu bağlamda, zaman zaman kendi güvenlik ihtiyaçlarını ve endişelerini anlamayan müttefiklere sahip bir Türkiye’nin, içinde bulunduğu ittifak ilişkilerinden bağımsız olarak bu konulardaki gereksinimlerini giderebileceği alternatiflere sahip olması da bir güvenlik meselesidir. Ancak, burada dikkat edilmesi gereken nokta Türkiye’nin alternatifli bir dış politika izleme çabasının farklı politik bağlılıklar yaratmamasına azami özen göstermesi gereğidir. Güvenlik gereksinimi kapsamında yapılan S400 alımı üzerinden konuşursak, bu alımın uzun erimde Rusya’ya karşı birtakım politik bağlılıkları ortaya çıkarmaması adına Batılı müttefikler ile ilişkilerin kopmamasına dikkat edilmesi gerekir. Bu bağlamda, ara sıra gündeme taşınan NATO’dan ayrılma konusunda ayrılık yanlısı olmanın anlamsız ve sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Bunun yerine, NATO’da kalınmalı ancak kendi güvenliğini sağlama konusunda alternatiflerini de hiçbir zaman yitirmeyen bir yol izlenmeli diye düşünüyorum. Daha açık söyleyecek olursam, Batılı müttefiklerine karşı gerektiğinde kullanılabilecek ve müttefikleri kendi istediği noktaya ya da en azından o noktanın yakınına çekecek bir koz olarak alternatifleri yitirmemeliyiz. Bunun yalnızca savunma sanayi ürünlerinin temininde geçerli olmadığını, bölgede Türkiye’nin ulusal güvenliği adına istemediği defacto durumların engellenmesi adına yürütülecek “zorlayıcı diplomasi” politikalarında da çok büyük yararı olacağını belirtmek gerekir. Suriye özelinde baktığımızda, Rusya ile diplomatik temasların ve Astana sürecinin sahada Türkiye’ye neler kazandırdığının, tabii ki birçok riski de barındırmasına rağmen, ortada olduğunu söyleyebiliriz.
Yeniden F-35’e odaklanmaya çalışırsak, ABD’nin bu uçağı müttefikleriyle, ki burada bütün müttefiklerden söz etmiyoruz, ortak operasyonlarda kullanmayı düşündüğünü ve bu amaçla uçağı ve teknolojisini herkesle paylaşmadığını hatırlatmakta yarar var. Bu bilginin üzerine dış politikada Türkiye ile ABD arasındaki tehdit algılamaları arasındaki farklılığı da anımsayalım. Aslında denklem basitçe bize bir mesaj veriyor gibi, sanki S-400 konusundan bağımsız olarak biz F-35 alımında birtakım krizler yaşayacakmışız da S400 bu işin tuzu biberi olmuş gibi geliyor açıkçası bana. Bu noktada, 2000’li yıllarda yakalanan ikili ilişkilerdeki olumlu havayla Türkiye’nin F-35 projesine kabulü arasında çok büyük bir bağın olduğunu da unutmamak gerek. 90’lı yıllarda projeye dahil olmak isteyen Türkiye’ye olumlu yanıt vermeyen ABD’nin, projeye katılım konusunda yeşil ışık yakması ancak ilişkilerdeki durumun değişmesiyle mümkün olabilmişti. Dolayısıyla paragrafın başında sözünü ettiğim durumun bir uzantısı olarak bunu da hesaba katarsak, ilişkilerin seyrindeki olumsuzluk ile F-35 konusunda yaşanacak sorunun bire bir bağlantısı olduğunun açık olduğunu söyleyebiliriz.
Obama döneminin sonlarına doğru, özellikle Suriye’ye yönelik iki ülkenin politikalarında farklılıkların iyice ortaya çıkmasıyla, ilişkilerde birtakım anlaşmazlıklar ortaya çıkmış ve günümüze kadar da yaşanan olaylar zinciri sonucunda bu noktaya gelinmiştir. Türkiye’nin yakın gelecekte Suriye’nin kuzeyinden ülkesine yönelen bir terör sorunuyla uğraşmak durumunda kalma riskini giderme isteği ve ABD’nin bölgedeki en önemli işbirlikçisi PYD/YPG’yi kaybetmek veya zayıflatmak istemeyişi gibi birbiriyle çelişen iki tutumun ve ikili ilişkilerde sebep olduğu tahribatın, F-35 alımına yansımaması beklenemezdi. Dolayısıyla F-35 alımında yalnızca S-400 konusunun neden olduğu bir durumdan söz etmemek, konuyu HSS ile uçak kıyasına hapsetmemek gereğinin altını bir kez daha çizmek istiyorum. Konu daha geniş bir bakış açısıyla, Türkiye-ABD ilişkilerindeki güvensizlik sorunu bağlamında ele alındığında daha iyi anlamlandırılabilir olmaktadır. Esasında yaşadığımız F-35 Krizi de artan güvensizliğin bir yansımasıdır. Tabii ki, F-35 Krizi başlı başına bir güvensizlik oluşturuyor, ancak yaşanan olayın esasen birikmiş bir güvensizliğin sonucu olduğunu söyleyebiliriz.
F-35 projesinin doğası gereği herkesle paylaşılmayan teknolojiler içermesi nedeniyle, proje ortağı diğer devletlerle yaşanacak siyasi krizlerde de Türkiye benzeri bir sürecin yaşanacağını söylemek mümkündür. Ancak bu durum, ABD’nin tutumunu doğrulamak için kullanılamaz. ABD’nin Ortadoğu’ya yönelik politikasının yakın dönemde Türkiye’nin ulusal güvenliğine çeşitli açılardan (hem siyasi hem ekonomik) zarar verdiği gerçeği, Türkiye açısından ABD’ye karşı doğal olarak bir güvensizliğin oluşmasına neden olmaktadır. Bu açıdan, Türk karar alıcılarının çeşitli riskleri göze alarak ABD ve diğer Batılı müttefiklerine S-400 alımı yoluyla siyasi bir mesaj verme kaygısı güttüğünü söyleyebiliriz. 2000’li yılların başında Irak’ın kuzeyine yönelik ABD’nin tutumunu değiştirmek ve Türkiye’nin meşru güvenlik endişelerinin anlaşılması için yürütülen “zorlayıcı diplomasi” faaliyetlerine benzer biçimde, bu kez de Batılı kaynaklarla daha kazançlı savunma işbirlikleri oluşturmak amacıyla yeni bir “zorlayıcı diplomasi” faaliyetinin yürütüldüğünü de söylemenin mümkün olduğunu düşünüyorum.
Son dönemde yaşanılan ekonomik büyüme ve sonrasında gelen kendine güvenle birlikte bölgeye yönelik politikasında ABD veya AB çizgisini izlemek istemeyen bir Türkiye söz konusudur. Dolayısıyla, Türkiye bölgeye yönelik politikasında kendini merkeze koyan stratejiler ve politikalar geliştirmeye başlamıştır. 1991 sonrası ABD’nin bölge politikası nedeniyle Türk karar alıcılarının gözünde değişmeye başlayan ve içinden geçilen süreçte ittifakın kurulduğu dönemdekine kıyasla bambaşka bir noktada olan ABD imajının, Türkiye’nin böylesi bir tutumun içine girebilmesini kolaylaştırıcı bir etkisinin olduğunu da belirtmek gerekir. Ancak Türkiye’nin böylesi bir politik çizgi izlemesinin de ABD açısından kabul edilebilir görülmediği ve Türkiye’ye karşı bir güvensizliğin oluştuğunu da söyleyebiliriz. Birbiriyle ilişkili olan ve biri diğerini doğuran böylesi güvensizlik konuları, çok sayıda anlaşmazlık konusunun ortaya çıkmasına ve ikili ilişkilerdeki en çalkantılı dönemlerden birine girilmesine neden olmuştur. Adeta çorap söküğü mantığıyla, bir konu üzerinden oluşan güvensizlik birçok konuda da güvensizliğin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Örnek vermek gerekirse, çok yakın bir tarihte yaşadığımız Rahip Brunson olayı sırasında iki devletin yaptığı müzakerelerde, ABD’nin rahip ile F-35’i bağdaştırdığına şahit olunmuştur. Bu tutumuyla ABD, uzun erimli olarak ilişkilerde yaşanacak büyük krizlere kapı aralamış ve F-35’i bir tehdit unsuru olarak kullanarak Türkiye’nin alımdan vazgeçmesini kolaylaştırmıştır. Nitekim, S400 alımının bu gibi nedenlerle daha kolay gerçekleştiğini düşünüyorum. ABD’nin Brunson ile ilgili görüşmelerde F-35’i de mevzubahis konusu etmesi, Türkiye açısından bu uçağın kendisine karşı bir baskı unsuru olarak her an kullanılabileceği düşüncesini doğurmuştur. Dolayısıyla, F-35 alımı konusunda kendiliğinden bir güvensizliğin oluşması söz konusu olmuştur. Hatta biraz daha geriye gidip 15 Temmuz sonrası yaşananları baz alırsak, FETÖ liderinin teslim edilmeyişi ve hala daha ABD’de ikamet ediyor oluşu, ulusal güvenliği ilgilendiren konularda ABD ile işbirliği yapılırken çok daha dikkatli olunması ve varsa alternatifine yönelmek gibi doğal bir sonucu da doğurmuştur.
Yazar: Ahmet KELEŞ
Defence Turk
Defence Turk Yayın Koordinatörü. Türk Savunma Sanayii özelinde; savunma teknolojileri, stratejileri ve politikaları araştırmacısı ve takipçisi.