“Kendi seçtiği zaman ve mekânda bir taarruz başlatan Hindistan, hem askeri platformlarını kaybetmiş hem de en güvendiği silah sistemlerinin itibarını uluslararası arenada sarstırmıştır.”
Fatih Mehmet Küçük
Güney Asya’da on yıllardır süregelen ve Keşmir sorunu ekseninde şekillenen Pakistan-Hindistan gerilimi, 22 Nisan’da Keşmir’de yaşanan ve 26 turistin ölümüyle sonuçlanan menfur saldırıyla bir kez daha sıcak çatışma evresine taşındı. Olayın akabinde Hindistan’ın Modi yönetimi, beklendiği üzere, tüm suçlamalarını Pakistan’a yönelterek iç kamuoyunda biriken tansiyonu askeri bir karşılığa dönüştürme yolunu seçti. Hindistan’ın bu hamlesi, kendi hava sahasını terk etmeden, teknolojik olarak üstün olduğuna inandığı platformlarla sınır ötesi hedeflere yönelik bir taarruz başlatmasıyla somutlaştı. Ne var ki Hindistan’ın zamanını ve mekanını kendi belirlediği bu taarruz, kendileri açısından büyük bir askeri ve stratejik hezimetle sonuçlanırken; Pakistan için hazırlık seviyesini, kurmay aklını ve değişen askeri doktrinini tüm dünyaya kanıtladığı şüphesiz bir zafere dönüştü. Bu ahval içerisinde yaşananlar, sadece iki ülke arasındaki güç dengelerini değil, küresel silah endüstrisi ve jeopolitik ittifakların geleceğini de etkileyecek nitelikte dersler barındırmaktadır.
Hint Taarruzu: Kibir, Yanlış Hesap ve Doktrin Zafiyeti
Hindistan’ın saldırı kararının ardındaki dinamikleri doğru okumak, çatışmanın sonucunu anlamak için elzemdir. Modi yönetiminin uzun süredir yürüttüğü anti-Müslüman kampanya ve Keşmir’in özel statüsünü kaldırarak bölgede yarattığı “nefret potansiyeli”, gerçekleşen terör saldırısı sonrası yönetimi adeta bir askeri karşılık vermeye mecbur bırakmıştı. Siyasi baskı ortamında Hindistan Hava Kuvvetleri, envanterine yeni kattığı ve Batı medyasında sıkça övülen Fransız yapımı Rafale savaş uçaklarına ve bahse konu uçakların elektronik harp kabiliyetlerine aşırı bir özgüvenle yaklaştı. Gerek kamuoyuna gerekse kendi askeri personeline pompalanan bu “üstünlük” hissi, operasyonel planlamada ciddi bir zafiyeti de beraberinde getirdi.
Pakistan’ın Stratejik Zaferi ve Değişen Güç Dengeleri çalışmasının tamamı Defence Turk Dergi 27′nci sayısında.
Çalışmanın tamamını buraya tıklayarak okuyabilirsiniz.
Hindistan, kendi sınırlarından çıkmadan, uzun menzilli havadan karaya füzelerle (muhtemelen SCALP füzeleri) Pakistan topraklarındaki hedefleri vurup hızla geri çekileceği, Rafale’lerin gelişmiş elektronik harp suitlerinin Pakistan radarlarını kör edeceği ve düzenlenecek operasyonun kansız bir “zafer” olarak pazarlanabileceği bir senaryo kurguladı. Ancak planlanan senaryo, en başından beri temel bir doktrin hatası içeriyordu: modern harp sahasında platformların bireysel yeteneklerinden ziyade, bu platformların bir ağ içerisinde ne kadar etkin çalışabildiği gerçeğini göz ardı ediyordu. Nitekim çatışma anında bu zafiyet tüm çıplaklığıyla ortaya çıktı. Hindistan’ın elindeki Rus yapımı S-400 hava savunma sistemleri, Fransız yapımı Rafale savaş uçakları ve diğer Rus menşeli Su-30 gibi platformlar arasında entegre bir iletişim ve veri akışı sağlanamadı. Her bir sistem, kendi bireysel yetenekleriyle bir “kabadayı” gibi hareket etmeye çalışsa da birbiriyle konuşamayan, birbirine hedef bilgisi aktaramayan pahalı sistemler yığını, bütüncül bir hava savunma ve taarruz ağı oluşturamadı. Rafale’in radarı bir hedef görse bile, bu bilgiyi S-400 bataryasına anlık olarak aktarıp müşterek bir angajman gerçekleştirecek “network centric” altyapı mevcut değildi. Bu durum, Pakistan’ın kurduğu ağ merkezli tuzağın içine düşmelerini kaçınılmaz kıldı.
Hindistan’ın vurduktan sonra geri dönmekte olan uçakları, kendilerine kilitlenen füzelerden büyük olasılıkla haberleri dahi olmadan avlandı. Zira görgü tanıklarının ifadelerinde veya ortaya çıkan enkaz görüntülerinde, Hint uçaklarının chaff/flare atışı gibi herhangi bir savunma manevrası yaptığına dair bir kanıt bulunmuyordu. Bu durum, Hindistan’ın teknik ve doktrinel hazırlığının nedenli yetersiz olduğunu acı bir şekilde gözler önüne serdi. Milyarlarca dolarlık yatırıma rağmen, farklı ülkelerden tedarik edilen sistemlerin bir orkestra gibi uyum içinde çalışmasını sağlayacak milli bir entegrasyon iradesi ve kabiliyetinin eksikliği, hezimetin temelini oluşturmuştur.
Tarih, uluslararası ilişkiler ve savunma sanayii araştırmacısı