Libya, Kaddafi yönetimi devrildiğinden beri iç savaş ve karışıklıklara teslim olmuş durumda ve günümüzde bu durum bölge açısından daha büyük istikrarsızlıklara kapı aralama riski taşımaktadır. Bu riskin, Türk karar alıcıları açısından kritik önemde görüldüğü ve iyi yönetilmesi durumunda Türkiye için fırsatlar doğurabileceğinin değerlendirildiğini söylemekse mümkündür. Ancak, her riskte olduğu gibi, kötü yönetilmesi durumunda bir tehdide dönüşeceği de açıktır. Bu nedenle, çalışma boyunca, Türkiye tarafından izlenen politikalarda dikkate alınması gereken hususlar ve ortaya çıkması olası olumsuzluklara odaklanılmaya çalışılacaktır.
Bir orta büyüklükte devlet olarak nitelenen Türkiye’nin, bölgedeki büyük devletlerin varlığına rağmen, Libya’yla imzaladığı iki mutabakat üzerinden etki alanını genişletme çabasına nasıl girebildiği ve Libya’daki denkleme nasıl dahil olduğu, çalışma bağlamında ele alınacak bir başka konudur. Özellikle ABD’nin askeri/siyasi tutumu açısından pasif kalmasının gerekçesi ve bunun Türkiye dahil bölge ülkelerinin hareketliliğine olan etkisi, bu bağlamda değerlendirme konusu olacaktır. Bu noktada yanıtı aranacak bir soru, uluslararası sistemdeki paradigma değişiminin ABD’nin ve bölge ülkelerinin dış politikasına nasıl bir etkisinin olduğu şeklinde olacaktır.
Üzerinde durulacak ve yanıtlanmaya çalışılacak diğer sorular ise şu şekilde: Türkiye’nin Doğu Akdeniz politikalarıyla Libya arasında nasıl bir paralellik vardır? Türkiye’nin Libya’ya askeri yardım göndermesi ve UMH’ye verilen destek sonrası ortaya çıkması olası senaryoların olumlu/olumsuz yanları nelerdir? Berlin ve Moskova zirvelerinin sahada yansıması nasıl olmuştur? Diğer aktörler Libya’da neyi hedeflemektedir? Son dönemde İtalya ile Türkiye arasındaki iş birliği vurgusu ne anlama gelmektedir?
1. Uluslararası Paradigma Değişimi: Kutupsuzluğa Geçiş
Her şeyden önce Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan uluslararası sistemin geldiği son noktaya değinmek gerekmektedir. Küresel sistemin, devlet aktörlerin tepkilerinin sınırları ve sınırlılıklarına doğrudan ve/veya dolaylı etkileri olduğuna yönelik inanç bu değerlendirmeyi zorunlu kılmaktadır. Yapılacak olan kısa değerlendirme yoluyla, ortaya çıkan karmaşa halinin ve bir dönem “yönlendirici lider” olarak nitelendirilen ABD’nin bu yetisinin göreli olarak görünmez oluşunun değerlendirilmesi kolaylaşacaktır.
Soğuk Savaş’ın bitimiyle iki kutuplu uluslararası yapı ortadan kalkmıştır. Bu konuda neredeyse tüm uluslararası ilişkiler ve dış politika uzmanları fikir birliği içerisindedir. Ancak, sonrasına ilişkin görüşlerde çeşitlilik vardır. Kanımca ise, ortaya çıkan dönemde, askeri/siyasi güç bileşenleri yönüyle ABD’nin en güçlü aktör olduğunun açık olduğu, ancak, gücün diğer türleri açısından yapılacak değerlendirmelerde ABD üstünlüğünün aşındırıldığı ve bu bağlamda birden fazla güç merkezinden söz edilebilecek bir modelin ortaya çıktığı söylenebilir. Bu durumun doğal sonucu olarak da tek kutupluluk iddialarının kendiliğinden geçersiz hale geldiği ileri sürülebilir. Dolayısıyla yeni durumu ABD’nin yönlendirici liderliğinde bir çok kutupluluk hali olarak tanımlamakta sakınca yoktur.[1]
Günümüzde ise ABD’nin yönlendirici liderliğinin varlığı, en azından Ortadoğu ve Doğu Akdeniz bağlamında, epey aşındırılmış görünmektedir. Bu durumun altında yatan gerekçeleri eşelemeden önce, bu ülkenin yönlendirme yeteneğinin, askeri/siyasi gücü ve bu gücü destekleyecek ekonomik kapasitesinden kaynaklandığını iyice vurgulamak gerekmektedir. Bu kapasite ve gücü ile ABD, dünya üzerindeki herhangi bir noktaya güç aktarabilecek tek ülke olma konumunu uzun süre korumayı başarmıştır. Ancak, uluslararası sistemde devlet dışı aktörlerin varlığının niceliksel olarak artmasının yanında niteliklerinin de yükselmesi ve siyasi birtakım sonuçlar alabilecek kapasitelere ulaşmalarıyla birlikte ABD’nin, aslında diğer tüm ülkelerin de, askeri/siyasi gücü ile sonuç alma ve istedikleri koşulları oluşturabilme kapasiteleri aşınmış ve sert güç kullanımı, dış politika enstrümanları arasındaki yerini daha alt sıralara doğru terk etmek zorunda kalmıştır. Zaten, Obama dönemi ulusal güvenlik strateji belgesi de bu değişimi açık şekilde ortaya koymakta ve ABD’nin tasarrufu önceleyen yeni stratejisinin ana hatlarını çizmekteydi.[2]
Sert gücün alt sıralardaki seçenekler arasında yer almaya başlamasıyla birlikte, bölgesel alt-sistemleri şekillendirme noktasında yumuşak gücün öncelendiği politikalar geliştirilmek zorunda kalınmıştır. Ancak, yumuşak gücün, kısa vadede sonuç alma yeteneğinden çoğu kez uzak olan kapasitesi ve doğrudan amaca hizmet edecek biçimde kullanımındaki zorluk, ABD’nin Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’deki etkisini düşürücü bir etki yapmıştır. Üstelik, geçmişte bölgeye ve Afganistan’a yaptığı müdahaleler üzerinden bölge halkları gözündeki imajı büyük bir yıkıma uğrayan ABD’nin, savunduğu değerler üzerinden bölgeyi şekillendirme yeteneğinin önünde büyük engeller oluşmuştur. Bu açıdan bakıldığında, ABD’nin yumuşak gücünün bölge üzerinde, bölge ülkelerinin yumuşak güçlerine kıyasla belirgin bir üstünlüğü olmaması dolayısıyla, bir rekabete girmek zorunda kaldığı rahatlıkla söylenebilir. Girdiği bu rekabette de şimdilik umduğu noktanın uzağında kalmıştır.
Sert gücün, devlet dışı aktörlerin yarattığı güvenlik krizlerinde aktif bir biçimde kullanımının zararlı etkilerini gören ABD’nin stratejisindeki bu değişimin, Soğuk Savaş sonrası otonomosi artan bölgesel güçler açısından, hareket alanlarının daha da genişlemesi anlamına geldiğini söylemek mümkündür. Bu durum sonucunda, daha önceleri güç kullanımları büyük oranda sistem tarafından sınırlandırılmış olan bölgesel aktörlerin, proaktif savunma önlemleri alma noktasında, hareket serbestisinin arttığını söyleyebiliriz. Bu noktada, Türkiye’nin de bu artan hareket serbestisinden yararlanmakta olduğunu gözlemleyebiliriz.
Tüm bu anlatılanlar yoluyla, uluslararası sistemde hareketliliğin/karmaşanın artmasına yol açan gelişmelerin bir yönü ortaya koyulmuştur. Artan hareketliliğin sonucu olarak, sistemin dağınık bir görünüme büründüğünü rahatlıkla söyleyebiliriz. Bir karmaşa hali olarak nitelenebilecek bu görünümün, devletlerin çok hızlı ve anlık gelişen olaylara tepki vermesi zorunluluğunu doğurduğunu, bu bağlamda, uzun dönemli strateji yapmanın zorlaştığını ileri sürebiliriz. Kurulduğu andan itibaren uzun dönemli bir “büyük strateji” geliştirmekte zorlanan ve dış ve güvenlik politikaları bağlamında ad hoc süreçler işletmek zorunda kalan Türkiye için[3], strateji geliştirme açısından, yeni durumun getirdiği yeni dezavantajlardan söz etmek pek mantıklı görünmüyor. Aksine, artan hareket serbestisinin proaktif savunma önlemlerini uygulamaya geçirmede sağladığı rahatlık, karar alıcıların hareket alanını genişletmiş durumda.
Buraya kadar söylenenleri toparlayacak olursak; uluslararası sistemde gücün giderek devlet dışı aktörlere yayılması ve gücün değişik türlerinin ortaya çıkmasının doğurduğu yeni güvenlik sorunları, askeri/siyasi güç unsurlarının müdahalesiyle ortadan kaldırılamayacak niteliktedir. Özellikle siber güç gibi yeni güç türleri devletlerin henüz tam anlamıyla sahip olamadığı bir konumdadır. Bu gibi nedenlerden dolayı ulusötesinden gelen güvenlik problemlerine karşı sert güç unsurlarının kullanılması, güvenliği sağlamaya yetmemekte ve maliyeti açısından pahalıya mal olmaktadır. ABD bunu doğrudan tecrübe etmiştir. Bundan dolayı, güç aktarımı konusunda dünyanın en yetenekli devleti olan ABD, tasarruf odaklı yeni güvenlik politikalarına ve gücün diğer türlerine odaklanmış durumdadır. ABD’nin liderlik konumunun en büyük ve olası rakibi olan Çin ise, iç ve bölgesel meselelerini aşıp, küresel düzeyde askeri/siyasi gücünü kullanabilecek düzeye henüz erişmemiştir. Böyle bir girişime kalkışması halinde, oluşturmak zorunda kalacağı ittifak sisteminden söz edilememesi bir kenara, Çin’in bir ittifaklar grubuna kabul ettirebileceği normlar/değerler dizini bile ortalarda görünmemektedir. Dahası Çin, yumuşak gücü açısından sicili bozuk bir ülke olarak kabul görmekte ve Konfüçyüs Enstitüleri ile gerçekleştirmeye çalıştığı imaj çalışmaları henüz meyvelerini vermişe benzememektedir.[4]
Hem ABD hem de en yakın rakibi Çin’in küresel meselelere doğrudan müdahale edemeyecek bir konumda oluşu; gücün belli kutuplarda toplanmak yerine, değişik türleriyle birlikte, dünya üzerinde yayılım göstermesi; yıkıcı askeri çekişmelerin yerini zenginleşme çabası ve ticaret savaşlarının alması; dünya geneli artan popülizm ve bunun bir yansıması olan otoriterliğin yükselişiyle birlikte uluslararası liberal kurum ve değerlerin azalan belirleyici etkisi gibi etkenler yeni dönemin uluslararası sisteminin bir çeşit kutupsuzluk hali olduğunun göstergeleridir.[5] Her ne kadar, karşılıklı ortak kararlar alınması bir zorunluluk olarak hala daha varlığını koruyor olsa da dünyanın büyük güçlerinin askeri müdahaleler konusunda pasif kalmayı seçiyor oluşlarının bölgesel güçlere açtığı alanın, bölgesel güçler tarafından doldurulmaya/değerlendirilmeye çalışılması arzusunun var olması, karşılıklı ortak karar mekanizmalarının da sağlıklı bir biçimde işlememesi sonucunu doğurmaktadır. Kanımca, Türkiye-Rusya ilişkileri, bu bağlamda, yeni dönemin karşılıklı ortak karar alma mekanizmalarının temel karakteristiklerini ve sınırlılıklarını en iyi yansıtan örneklerinden biri konumundadır.
2. Doğu Akdeniz ve Libya
Uluslararası sistem düzeyindeki değişimin bölgesel aktörlerin dış politikalarında daha aktif tutumların içerisine girebilmesine olan etkisi, Türkiye’nin 2000’li yılların başlarından itibaren devam etmekte olan Doğu Akdeniz konusundaki sorunlarda daha somut adımlar atabilmesini ve askeri gücünün bu kadar geniş bir alanda devreye girmesinde kolaylaştırıcı etkisinin olduğunu düşünüyorum. Böylece, 2002 yılından bu yana giriştiği çabalarla birlikte çevre ülkelerle çeşitli MEB antlaşmaları imzalamaya çalışan GKRY politikalarına karşılık, siyasi/diplomatik girişim olanağının kalmadığının düşünüldüğü bir aşamada, Türk Silahlı Kuvvetleri aracılığıyla sert gücü önceleyen politikaların etki sahasını Libya’ya yaymak mümkün olabilmiştir.
Geçmişte Mısır, İsrail, Lübnan ve Suriye ile çeşitli antlaşma girişimleri olan ve bunların büyük çoğunluğundan istediği sonuca yakın sonuçlar alan GKRY politikalarına karşılık yoğun diplomatik/siyasi çabalara girişmesi gereken Türkiye’nin çabaları, ancak, Lübnan meclisinin imzalanan antlaşmayı onaylamaması gibi sınırlı bir sonucun alınmasını sağlayabilmiştir. Böylece GKRY yönetiminin Doğu Akdeniz’de fiili durum yaratma çabaları belli ölçülerde başarıya ulaşabilmiş ve Rum Yönetimi belli deniz sahalarında petrol arama faaliyetleri için çeşitli şirketlerle görüşmeler başlatabilmiş, hatta, birtakım arama izinleri verebilmiştir.[6]
GKRY’nin bu girişimlerinin Annan Planı’nın görüşmelerinin sürdüğü bir sırada gerçekleştiriliyor olması, GKRY’nin kendini Adanın tek temsilcisi olarak görüp bu yönde hareket ettiğinin de ayrıca bir göstergesi durumundadır. Nitekim, Adada gerçekleştirilen referandum sonuçlarıyla birlikte de bu fiili durum yaratma çabası daha kesin bir açıklık kazanmıştır. Adanın Türk tarafının Annan Planı’na evet derken Rum tarafının büyük bir çoğunluğunun hayır oyu vermesi, Rum halkı nezdinde de orta yolun bulunmaya çalışılacağı bir çözüme sıcak bakılmadığının göstergesi olmuştur. Türkiye’nin ise bu gelişmelere karşılık, yürütmeye çalıştığı AB ile müzakereler nedeniyle diplomatik/siyasi sınırlarda kalan girişimlerinde tansiyonu yükseltmemeye çalıştığını söylemek mümkündür.
Ancak, günümüzde durum değişmiş görünmektedir. Türkiye ile AB arasındaki üyelik müzakerelerinin askıdaki görünümü ve göçmen/mülteci krizi konusundaki çeşitli anlaşmazlıkların varlığı, Türkiye’nin, diplomatik/siyasi çözüm yollarının ötesindeki birtakım önlemleri daha kolay devreye sokmasının önünü açıcı bir etki göstermiştir. Türkiye, bu doğrultuda, ilan ettiği “Mavi Vatan” politikası uyarınca askeri güç unsurlarını etkin bir biçimde devreye sokmuştur. Mavi Vatan politikası, yukarıda bahsedilen sistemsel değişimlerin de etkisiyle, Türkiye’nin etki alanını Libya’yla imzaladığı iki mutabakat üzerinden bu ülkeye doğru genişletebilmesinin önünü açmıştır. Böylesi bir genişleme yoluyla, Türkiye, etki alanını Doğu Akdeniz’in ötesine Orta Akdeniz’e doğru genişletebilme imkanına kavuşmuştur.
2000’li yılların başında hem GKRY hem de Yunanistan’ın girişimleri ve fiili durum yaratma çabalarıyla ortaya çıkan tabloda etki alanı sınırlandırıldığı düşünülen Türkiye, böylece durumu tersine çevirecek ve kendi yararına bir fiili durum oluşturacak konuma geçebilmiştir. Türkiye’nin Libya’yla imzaladığı iki mutabakatın, geçmişte Yunanistan’ın Libya’nın talebi üzerine servis alanını SAR ve NAVTEX sorumluluklarının örtüşmesini mümkün kılacak biçimde genişletmesini ortadan kaldırıcı olduğu da iddia edilebilir. Son dönemlerde Türkiye tarafından ilan edilen NAVTEX bölgelerinin Girit adasının güneyindeki parselleri de kapsıyor oluşu, bu bağlamda, Libya ile Yunanistan arasında geçmişte varılan mutabakatı yok saymaktadır.
3. Varsayımlar, İddialar ve Olası Senaryoların Bir Değerlendirmesi: Risk Yönetimi
Gelişmelerin olumlu yanları ve doğan fırsatları görmezden gelinmemek kaydıyla, ortaya çıkan yeni durumun Doğu Akdeniz’deki dengelere ve dolaylı olarak Ortadoğu’daki dengelere bağımlı olduğu hiçbir zaman unutulmaması gereken bir husustur.[7] Bu doğrultuda, Türkiye’nin oluşturduğu fiili durumu diplomatik/siyasi müzakereler yoluyla çevre ülkelere kabul ettirmesi gereği ortadan kaybolmuş değildir. Her ne kadar sert güç devreye girmiş olsa da elde edilen kazanımları hukuki ve siyasi çerçeve çizilerek çevre ülkelere kabul ettirmek, uzun vadede bir gereklilik olma özelliğini kaybetmiş sayılamaz. Ancak, Türkiye açısından en büyük çıkmaz da bu noktada yatmaktadır. Sert güç, tek başına, hukuki ve siyasi çerçevenin çizilmesini sağlamamaktadır ve zaten yeni uluslararası sistemin bir getirisi olarak da bu özelliği törpülenmiş ve diğer etkenler tarafından dengelenmiş durumdadır. Kaldı ki, Türkiye’nin sert gücü bölgesel aktörler tarafından dengelenebilecek seviyede olduğundan, elde edilen kazanımları uzun vadeli ve kalıcı kılmak için diplomatik/siyasi müzakereler yoluyla birtakım kazanımların elde edilmesi zorunluluğu doğmaktadır. O halde, diplomatik/siyasi müzakere kanallarının açılması ve ilerleyen dönemde daha aktif tutulması çok olasıdır.
2000’lerin başında Doğu Akdeniz’deki ülkelerin GKRY ile MEB antlaşması imzalaması ve geldiğimiz noktada neredeyse tümü ile Türkiye arasındaki ikili ilişkilerin bozulmuş olması, Türkiye’yi, fiili durumu sürekli kılacak hukuki ve siyasi çerçeveyi diğerlerine kabul ettirme noktasında hareketsiz bırakmış gözükmektedir. Bu aşamada karar alıcıların, bölge dışından aktörlerle geliştireceği iş birlikleri yoluyla bölgedeki yeni durumu kabul ettirmeye çabalamak zorunda kalacakları senaryolara hazırlıklı olunması gerekiyor. Böyle bir gerekliliğin doğmasını anlamlandırmanın yoluysa, Türkiye’nin orta büyüklükte devlet olarak nitelendirilmesindeki gerekçeleri anlamaktan geçmektedir. Bir orta büyüklükte devlet olarak, ulusal kapasitesi ve yeteneğinin değerlendirilmesi yoluyla Türkiye’nin uzun vadeli senaryolarda yalnız kalmasının sakıncaları daha iyi anlaşılmış olacaktır.
Türkiye, ekonomik kapasitesi itibarıyla Libya’daki sürecin maliyetini uzun süre üstlenebilecek bir ülke konumunda görünmemektedir. Uzun vadede ortaya çıkacak Libya’nın yeniden yapılandırılmasının maliyeti, Türkiye açısından çok ağır yüklerin üstlenilmesi anlamına gelmektedir. Kaldı ki, Libya’da bu aşamaya geçişin önündeki engellerin ne zaman kalkacağı bile kesinleşmiş görünmemektedir. Uzun sürecek bir sürecin maliyetinin bir ülkenin ekonomisi ve iç kamuoyu üzerindeki tahrip edici etkilerini ABD’nin Afganistan ve Irak maceraları üzerinden hesaba katacak olursak, Türkiye’nin bir an önce Libya politikasında beraber hareket edebileceği ve maliyeti bölüşeceği “ortaklar” edinmesi gerekeceği açıktır. Katar’dan, Türkiye’nin Libya politikasına yönelik destek açıklaması gelmesi ve bu ülkenin C-17 uçaklarının zaman zaman lojistik destek amacıyla kullanılması bu anlamda bir artı olarak Türkiye’nin hanesine yazılsa da Katar ile ortak hareket etmenin hızlı sonuç alınmasını sağlayacağını iddia edemeyeceğimiz de ortadadır.
Türkiye’nin, Libya konusunda sürdürülecek olan siyasi süreç itibarıyla, siyasi güç kapasitesinin yetersiz kalması riskiyle de karşı karşıya kalabileceğini söylemek mümkündür. İç politikada ortaya çıkmaya başlayan yeni muhalefet partilerinin varlığı ve bu doğrultuda oluşturulmaya çalışılan yeni kamuoyunun iktidar partisinin politikalarına yönelttiği eleştirilerin Libya konusuna yöneldiğine, en azından yüksek yoğunluklu bir şekilde yöneldiğine, henüz şahit olmadık. Ancak, Libya’da yaşanacak her türlü duraksamada içerideki muhalefetin bu konu üzerinden dillendireceği eleştirilerin Türkiye’nin iç siyasi direncini kırıcı bir etki göstermesi ihtimali mevcuttur. Bu açıdan konuya yaklaşıldığında Libya’da hızlı sonuç alınması zorunluluğunun açık olduğunu söyleyebiliriz. Dış politika açısından, bölge politikasında bir çeşit yalnızlıkla uğraşmak durumunda kalan Türkiye için böyle bir olasılık, istenmeyen gelişmelere gebe riskler barındırıyor gözükmektedir. Ancak bu söylenenleri, muhalefet partilerini bu konunun dışında bırakmak gerektiği biçiminde yorumlamamak gerekmektedir. Aksine, muhalefet partilerinin bu konularda yeterince bilgilendirilmesi ve bu sayede eleştiri dozunun ulusal güvenliğe zarar verici düzey ve etkilere ulaşmasının önüne geçilmesi, en azından kısa vadede, Türkiye’nin bölge politikası açısından yararına olacaktır.
Siyasi gücü dış politika açısından yorumlamaya kalktığımızdaysa, Türkiye’nin daha önce savaş sonrası yeniden yapılandırma çalışmaları konusunda BM görevlerine aktif katılımı olduğunu göz önünde bulundurmak gerekmektedir. Ancak, BM ülkeleriyle birlikte hareket edilen değişim dönüşüm süreçlerinden farklı olarak kendi inisiyatifiyle gerçekleştirdiği böyle bir faaliyetten söz edememekteyiz. Dolayısıyla, Türkiye’nin sahip olduğu değerler, bölgeye aktarabileceği kurumsal yapılar ve yönetim modelleri üzerinden gerçekleştirmeye çalışacağı olası bir dönüşüm çabasında ne ölçüde başarılı olacağını tahmin edebilecek durumda değiliz. Üstelik, Libya’nın Orta Akdeniz havzasındaki konumu itibarıyla İtalya ve Fransa gibi çevre ülkeler bu aşamada sürece dahil olmak isteyecektir. Halihazırda Rusya’nın da aktif biçimde Libya’da yer alan bir aktör olması, ileride yaşanması olası dönüşüm sürecine dahil olmak isteyeceği biçiminde yorumlanabilir. NATO’dan yapılan açıklama ve ABD’nin de bir şekilde sürece dahil olma çabasını da yabana atmamak gerekmektedir. Tüm bu aktörler Libya’daki durumun kendi lehlerine olacak şekilde çözülmesi için çabalayacaktır. Çatışmaların son bulduğu ve Libya’nın yeniden yapılandırılmaya çalışıldığı bir aşamada Türkiye’nin bu aktörlerden biri veya birkaçıyla birlikte hareket etmesi çok olası gözükmektedir. Böylesi bir durumda Türkiye’nin bu aktörlerle ne şekilde hareket edeceği ve onları nasıl dengeleyeceği de cevaplanması güç olan sorular arasında yerini almaktadır. Ancak, olası her türlü senaryoya hazırlık amacıyla, Türkiye’nin Libya stratejisi bağlamında sonuç odaklı politikalar geliştirmesi, gelecekte geliştirilecek iş birliklerinde gerçekleştirilecek siyasi/diplomatik müzakerelerde yararına olacaktır. Halihazırda, Türkiye’nin Libya politikasına baktığımızdaysa amacın muğlak olduğu kadar kullandığı yöntem ve araçların sınırları ve sınırlılıkları belli araçlar olduğu görülmektedir. Türkiye bir an önce ulaşmak istediği sonuca yönelik, karşı tarafların karar alıcıları da dahil, herkes için açık ve anlaşılır politikalar üretmeye odaklanmalıdır.
Ekonomik ve siyasi güç kapasitesi açısından yapılan değerlendirmelerin yanına Türkiye’nin askeri/materyal güç kapasitesi açısından yapılan değerlendirmeleri de eklemek gerekmektedir. Böyle bir gerekliliğin doğrudan sert güç unsurlarının kullanılıyor oluşundan kaynaklı bir yönü bulunmakla birlikte, Libya’daki meşru aktör olan UMH’ye gönderilen yardımların devamlılığı açısından da değerlendirilmesi zorunluluğu bulunmaktadır. İlk olarak Türk Deniz Kuvvetlerinin kısa değerlendirmesiyle başlamak gerekiyor. Deniz kuvvetleri, sahip olduğu muharip yüzer ve dalar unsurlar açısından, kullandığı platformların büyük çoğunluğunu yurt dışı kaynaklardan temin etmiş durumdadır. Fırkateyn bazlı yapılacak bir incelemede görüleceği üzere de bu platformlar yaşlanmış ya da yaşlanmak üzere olan platformlardır. Şimdiye kadar geçirdikleri modernizasyon faaliyetlerine rağmen, önümüzdeki süreçte içlerinden bazılarının birtakım dar kapsamlı sistem bazlı modernizasyonlara tabi tutulması gerekliliği doğabilir. Böylesi bir zorunluluğun yanı sıra modernizasyon faaliyeti sürmekte olan platformlardan da söz edilmesi gerekmektedir. Sözleşmesi daha önce imzalanan ve 2020 yılı itibarıyla başlaması öngörülen Barbaros sınıfı fırkateynlerin yarı ömür modernizasyonu başlamış bulunmaktadır.[8] Yine Barbaros sınıfı gemiler gibi, MEKO sınıfından olan Yavuz sınıfı fırkateynlerin modernize edilmeleri de gündeme gelmiştir. Barbaros sınıfına göre daha az kabiliyetli ve daha yaşlı olan bu platformlar, kapsamlı modernizasyon faaliyetlerine tabi tutulmak yerine dar kapsamlı sistem bazlı modernizasyonlara tabi tutulmuştur.[9]
Doğacak olan modernizasyon gereksinimlerini, halihazırda 2 ya da 3 fırkateynin Libya açıklarında bulundurulduğu gerçeğiyle birlikte düşündüğümüzde, kısa süreli kabiliyet kayıplarına yol açma riskinin var olduğunu söylemek mümkün gözükmektedir. Sürmekte olan İ sınıfı fırkateyn projesinde ise, ilk gemi dışında diğer gemilerle ilgili kamuoyuna yansımış bir gelişme bulunmamaktadır. Deniz kuvvetlerinin kısa vadede karşısına çıkacak zorlukları aşmasının, İ sınıflarının gecikme yaşamadan denize indirilip sistem donatım ve kabul testleri aşamalarına geçmesine bağlı olduğunu, bu bağlamda, iddia edebiliriz. Ancak, ilk gemi dışındaki gemiler hakkında henüz somut gelişmelerin kamuoyuna yansımamış olması, bu konu hakkında soru işaretleri yaratmaktadır. Kısacası, Türk Deniz Kuvvetlerinin bölgede gerçekleştirdiği faaliyetler ve Türkiye’nin kendi karasuları ve çevresindeki güvenlik ihtiyaçları birlikte düşünüldüğünde, yüzer unsurlar açısından hassas bir dengenin gözetilmesi gereği ortadadır.
Deniz kuvvetlerinin dalar unsurları açısından yapılacak olan bir incelemenin, fırkateynler açısından yapılan incelemeye kıyasla daha iyimser gözüktüğü söylenebilir. Sahip olunan denizaltıların sayısı halihazırda 12 olarak gözükmekte ve bunların en modern olanları Gür ve Preveze sınıfları olarak öne çıkmaktadır. Type 209/1400 sınıfı olan Preveze sınıfı denizaltıların yarı ömür modernizasyon dönemi gelmiş bulunmaktadır. Bu durumda peyderpey modernizasyon uygulanacak olan denizaltıların, sırasıyla 2023,2024,2026 ve 2027 yıllarında modernize edilmiş halde hizmete girmesi planlanmıştır.[10] İnşa programı devam eden Reis sınıfı denizaltıların 2022-2027 yılları arasında denize indirilmesi planlandığından, bu durumun Preveze sınıflarının modernizasyon faaliyetlerinin neden olacağı kısa süreli kabiliyet kayıplarının etkisini düşürücü olacağı düşünülebilir. Üstelik projenin ilk platformu olan TCG Piri Reis’e ait görüntüler medyaya servis edilmiş ve görüntülerden anlaşıldığı kadarıyla sistem donatım aşamasına geçilmiş durumdadır. Reis sınıfı denizaltı projesinde, İ sınıfı fırkateyn projesinin aksine, ikinci ve üçüncü platformlarının inşa faaliyetleri de devam ettiğinden dolayı[11] denizaltılar açısından daha iyimser olunabileceği düşünülebilir.
Deniz kuvvetleri açısından değerlendirme yapılması gereken bir diğer konu, kuvvet bağlısı bomba imha timlerinin Libya’da göreve başlamış olmasıdır. İlerleyen süreçte bomba imha timlerinin karşılaşacağı ne tür olumsuzluklar olacağını şimdilik bilemiyoruz ve karşılaşılacak istenmeyen durumlarda Türkiye’nin nasıl bir reaksiyon göstereceği de henüz netlik kazanmış gibi görünmüyor. Bölgedeki karmaşa ve iç savaş, çevre ülkelerin pek çoğunu Libya’ya çekmiş bulunuyor. Üstelik bazı ülkelerin, Türkiye’nin UMH’ye verdiğinden daha fazla ve daha doğrudan Hafter unsurlarına desteği söz konusu ve bu durum bölgeye gönderilen Türk personelin can güvenliğinin sağlanması noktasında doğrudan önlemler alınması gerekliliğini ortaya çıkartıyor. Bomba imha uzmanlarının bölgeye gönderildiğine ilişkin görüntülerin Milli Savunma Bakanlığı tarafından servis edildiği düşünüldüğünde, bölgeye yollanan personelin can güvenliğinin sağlanması noktasında belli başlı somut önlemlerin alındığı sonucuna varılmasında bir sakınca gözükmediği söylenebilir. Kanımca, Türk personelin can güvenliğinin UMH tarafından sağlanmasının, Türkiye’nin bölgedeki faaliyetlerinin devamlılığı ve caydırıcılık tesis edebilmesi açısından gerçekçi bir yaklaşım olmayacağı da açıktır. Ancak, resmi kişi ve kurumlardan gelen açıklamalarda Türkiye’nin doğrudan Libya’da bu konuya yönelik olarak aldığı ne tür önlemlerin söz konusu olduğu açıklanmamıştır. Dolayısıyla, bu konu üzerindeki yorumlarımızı varsayım seviyesinde tutmaya devam etmek en doğru seçenek gibi durmaktadır.
Libya’ya gönderilen personelin korunmasına yönelik ne tür önlemler alınabileceğiyle ilgili olarak düşündüğümüzde, Türkiye’nin, alan koruması sağlanması amacıyla bölgeye savunma amaçlı sistemler göndermesi durumunda, kendi ana karasının savunması açısından çeşitli risklerin söz konusu olabileceği iddia edilebilir. Hafter unsurlarına yönelik BAE tarafından gönderilen sistemler bir tarafa, Fransa ve Rusya gibi savunma sanayileri açısından kendilerini kanıtlamış ülkelerin de Hafter tarafına gönderdiği çeşitli silah, araç ve gereçlerin varlığı, ilgili ülkeler reddetmesine karşın, biliniyor. ABD Afrika Komutanlığı’ndan yapılan açıklamalar sonrası gündeme gelen, Libya’ya Rus menşeli savaş jetlerinin gönderilmesi ve bunların MIG-29 gibi görece yetkin platformları içermesi konusu, artık risk olmanın ötesine geçerek Türk personel açısından doğrudan tehditlerin ortaya çıkmasına neden olabilir. Bu açıdan, Türkiye’nin bölgeye gönderdiği Gabya sınıfı fırkateynler yoluyla sağlamaya çalıştığı hava savunma görevlerinin yetersiz kalabildiği senaryolarla karşılaşılabilir. Bu bağlamda, hava savunma şemsiyesinin derinliğini artırmak amacıyla, kara konuşlu hava savunma sistemlerinin (HSS) bölgeye gönderilmesi konusu gündeme gelebilmektedir. Şu aşamada bu konuya yönelik resmi kurum ve kişilerden gelen bir açıklama olmadı, ancak, Libya’ya Hawk bataryalarının gönderildiği iddia edildi.
Türkiye’nin kendi hava savunma ihtiyacını karşılama amacıyla HSS tedarik etmeye çalışan bir ülke konumunda olduğunu ve HSS tedariki konusunda istediğini henüz elde edemediğini hesaba kattığımızda, böyle bir güç aktarımının kendi topraklarının savunması açısından ortaya çıkaracağı risklerin açık olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla, Libya’da kara konuşlu sistemler aracılığıyla kapsamlı bir hava savunması sağlanması tercihinin, sürdürülebilir bir tercih olamayacağını iddia ediyorum. Bu bağlamda, nicelik açısından Türkiye’nin kendi hava savunmasına zarar vermeyecek miktarda bir güç aktarımı söz konusu olabilir, ancak, bu da hava savunma şemsiyesinin derinliğini istenen oranda artırmayacaktır. Bu durumda Türkiye, personelinin görev yaptığı bölgelere güvenliği sağlama amacıyla az miktarda HSS gönderebilir. Tabii bu durumda gönderilen sistemlerin korunması gereği ortaya çıkacaktır. Yine ortaya atılan iddialar kapsamında, Libya’ya, ÇNRA ve Fırtına obüslerinin gönderildiğini de hesaba katacak olursak, belki de Türkiye böyle bir alt yapıyı bölgede kurmuş vaziyette olabilir. Ancak böylesi sistemlerin gönderildiğine ilişkin de resmi kurum ve kişilerden bir onay alınmadığını anımsamakta fayda var. Durum her ne olursa olsun, Türkiye’nin kendi savunmasında zafiyete neden olmayacak ölçüde bir güç aktarımı zorunluluğunun olduğu asla unutulmaması gereken bir gerçektir.
Varsayımlar, iddialar ve senaryolar üzerinden yapılan incelemelere bir de Türk savunma sanayii boyutunu eklemek gerekmektedir. Özellikle yaşanan Covid-19 pandemisi sonrası birçok ülkenin ekonomi destek paketlerine savunma bütçelerinden kaynak aktarmış olması ve doğrudan pandeminin kendisinden kaynaklı üretim düşüşlerinin savunma sektörleri açısından bir küçülmeye işaret ettiği düşünülüyor. Ayrıca genel olarak yaşanması beklenen ekonomik kayıplar ve bu doğrultuda savunma sektörüne verilmesi planlanan siparişlerin iptalinin gündeme gelmesi bekleniyor.[12] Tüm bunları düşündüğümüzde Türk savunma sanayiinin, dünyanın büyük devletlerinin savunma sektörlerinin aksine büyümesini sürdüreceğini beklememek gerektiği söylenebilir. Dolayısıyla savunma sektörünün, en azından kısa vadede, siparişlerinde düşüşler yaşaması ve birtakım projelerin iptali gibi durumlara karşı hazırlıklı olması gerekiyor. Savunma sektöründe yaşanacak sıkıntı ihtimalleri göz önüne alındığındaysa, Libya’ya gönderilen savunma silah, araç ve gereçlerinin üretimi ve gönderilmesi konusunun bu durumdan etkilenmesi işten bile değil.
Türk savunma sanayiinin yaşayacağı olası küçülmelerin TSK’nin ihtiyaçlarının karşılanması noktasında bile birtakım sorunların yaşanmasına neden olabilecek olması, Libya’ya gönderilen askeri yardım konusunda Türkiye’nin elinin eskisi kadar rahat olmaması anlamına geleceği açıktır. Bu nedenle Libya konusunda, çalışmanın başından beri vurgulanan, hızlı sonuç alınmasına yönelik bir politika izlenmesi gerekliliği çok daha açık bir biçimde ortaya çıkmaktadır. Ancak, yine daha önce vurgulandığı üzere, alınması gereken sonucun ne olduğuna yönelik Ankara tarafından net bir yol haritasının çıkarılması ve hangi koşulların elde edilmesi durumunda “kazanılmış” olunacağının tanımlanması gereği, çok açık bir biçimde varlığını korumaktadır. Türkiye bunu yaptığı takdirde, ki bu başı sonu belli bir strateji oluşturulması anlamına gelir, Libya’daki sorumluluk alanını tanımlamış olacağından kendi masraflarını da belli ölçüde azaltmış olacaktır. Böylece savunma sektörlerinde beklenen daralmaya uygun yeni bir askeri yardım yol haritası da çıkarılabilecektir diye düşünüyorum.
Libya’ya yönelik askeri yardımların, UMH’nin ilerlemesini ve etkinliğini düşürmeyecek bir düzeyde tutulması ve Türk savunma sanayiinin tedarik zincirlerinin aksamaması arasında kurulan bağlantı çok önemli. Zira insansız sistemlerin üretimi noktasında yakalanmış olan başarının sürdürülmesinde ve yeni ortaya çıkmaya başlayan Aksungur ve Akıncı gibi platformların test-geliştirme faaliyetlerinin başarıyla tamamlanıp seri üretime başlanmasında eldeki ekonomik kaynakların rolü çok büyük olacaktır. Dolayısıyla askeri yardım gibi kısa dönemde ekonomik anlamda karşılığının alınması zor alanlara ayrılan kaynaklarda birtakım kısmalar önümüzdeki günlerde gündeme gelebilir. Bu noktada karar alıcıların UMH’ye uluslararası desteği artıracak ve askeri yardım kaynaklarını çeşitlendirecek seçeneklerin üzerinde durması makul bir seçenek olarak düşünülebilir.
4. AB’nin Kronikleşmiş Sorunları ve Uluslararası Tepkiler
Önce Moskova Zirvesi’nde Türkiye ve Rusya’nın Libya’daki aktörleri ateşkese zorlaması ve ardından daha geniş katılımlı Berlin Zirvesi’nde yine aynı amaçla, bu kez silah ambargosunu da içeren kararların alınması süreçleri sonrası geldiğimiz noktada, her iki zirvenin de istenen sonucu vermediği ortaya çıkmış vaziyettedir. Özellikle Moskova’daki zirve sonrası Rusya’nın Hafter üzerindeki etkinliğinin sorgulanır hale gelmesi, hatta Hafter’i kontrol edemeyeceğinin anlaşılması, Rusya’yı Libya’daki etkinliğini gözden geçirmeye iten bir gelişme oldu. Yaşanan üst üste Pantsir-S1 kayıplarıyla Rus hava savunma sistemlerinin etkinliğinin daha fazla sorgulanır hale gelmesi ise Rusya hanesine yazılan bir başka eksi puan olmuş durumda. Berlin Zirvesi de AB’nin sorunun uluslararasılaşmasına aracılık etmesi işlevi görmesinden öteye geçemeyen bir girişim olarak kaldı. Zirvede alınan kararlar uygulamaya geçirilemedi ve hem UMH hem de Hafter’in kazan-kazan yerine sıfır toplamlı bir mücadele tercihi perçinlenmiş oldu.
Berlin Zirvesi uluslararası katılımın daha yoğun olması itibarıyla yaşanan hayal kırıklığının daha büyük olduğu bir süreç yaşattı. Bu noktada, kendi kişisel görüşüm AB’nin bölgeye yönelik bir çözüm üretemeyeceği biçimindeydi ve kişisel olarak bir hayal kırıklığı yaşadığım söylenemez ama zirvenin kamuoyunun gündemine geliş ve gidiş biçimi arasındaki uçurumu anlatması açısından “hayal kırıklığı” nitelemesini kullanmanın doğru olacağını düşünüyorum. Ayrıca, AB’nin bölgesel sorunlara yönelik ortak bir politika izleyemeyecek olması da yeniden ortaya koyulmuş oldu. Sahiplenilen AB normları üzerinden üretilmeye çalışılan politikaların, üye devletlerin ulusal çıkarı söz konusu olduğunda bir tarafa atılmasıyla “birlik ruhu” yeniden sorgulanmaya müsait olduğunu kanıtladı. Normatif güç temelli yaklaşımların klasik ulusal çıkar odaklı yaklaşımlara yenik düşmesi ve Türkiye’nin desteklediği UMH’nin ilerleme kat etmesi sonrası, bölgeye kıyıdaş olan İtalya’nın tarafsız karakteri ağır basan, ancak, bu kez Türkiye ve UMH’ye karşı ılımlı yeni politik tavrı ortaya çıkmış oldu.
İtalya’nın tavrının Türkiye’nin yanında durmak şeklinde yorumlanmaması gerektiğinin altını çizmek gerekir. İtalya, bölgedeki istikrarsızlıkların kendi yararına olacak şekilde son bulmasını isteyen diğer aktörlerden farksız bir konumda. Bu doğrultuda 2019’da Doğu Akdeniz’de Yunanistan ve GKRY’nin de dahil olduğu Doğu Akdeniz Gaz Formuna katılmakta bir sakınca görmezken, gelinen son durum itibarıyla Türkiye’yle açıktan ilan edilmiş olmasa da bir iş birliğine girmiş olması şaşırtıcı değil. İtalya henüz Libya’daki sıfır toplamlı oyuna doğrudan katılmış bir aktör konumunda gözükmüyor ve diğer aktörler arasında bir denge kurmaya özen gösterdiği rahatlıkla söylenebilir. Bu bağlamda, ilerleyen aşamada kendi konumunu ve dolayısıyla kazancını kesinleştirmiş her aktörle iş birliğine gireceğini düşünebiliriz.
Bu noktada, Türk karar alıcılarının, geliştirilecek olan iş birlikleri yoluyla İtalya’nın da kazanç sağlayacağına yönelik İtalyan karar alıcıları ikna etmesi gerektiğini düşünüyorum. Böylece, bu olay özelinde pragmatist ve değişken bir karakter sergileyen İtalya dış politikasının istikrarlı bir görünüm kazanması sağlanabilir. Son dönemlerde iki ülke deniz kuvvetlerinin Doğu Akdeniz’de gerçekleştirdiği ortak eğitim faaliyetleri ve Libya açıklarında her iki ülkenin fırkateynlerinin aynı anda görev yapması gibi gerçekler hesaba katıldığında, ülkeler arası iş birliğinin kalıcılaştırılması için bir zeminin var olduğunu iddia edebiliriz. İki ülke arasında Dışişleri Bakanları düzeyinde gerçekleştirilen görüşmelerde ülkelerin Libya stratejilerinin masaya yatırıldığını söylemek mümkün görünüyor. Ancak, yapılan basın açıklamasında Çavuşoğlu’nun “kalıcı barış ve sonuç getirici siyasi süreç” vurgusuna karşılık İtalyan Bakan Maio’nun “politik çözüm ve sürdürülebilir ateşkes” vurgusunu öne çıkarması, aslında, ülkelerin Libya’ya yönelik yaklaşımları arasında birtakım ayrımların varlığına işaret ediyor.[13] Bu aşamada, sonuç getirici siyasi süreç ve sürdürülebilir ateşkes isteklerinin birbiriyle çelişen bir karaktere mi yoksa birbirini tamamlayan bir karaktere mi sahip olduğu henüz net değil. Bu durumun bir çıkmaza dönüşmemesi, bir yönüyle, Türkiye’nin geliştirdiği ulaşmak istediği sonuç itibarıyla stratejisine açıklık ve kesinlik kazandırmasından geçtiğini söyleyebiliriz.
Suriye’de elde ettiği kazanımlardan aldığı cesaretle Libya’daki soruna müdahil olurken daha özgüvenli hareket eden Rusya’nın, Kaddafi sonrası Libya’da kaybettiği kazanımlarını geri almaya çalıştığı iddia edilebilir. Ancak, yukarıda söylendiği gibi Hafter üzerindeki sınırlı etkisi bir tarafa Rusya’nın uçak gönderecek kadar olaylara müdahil olması, ABD’yi de Libya konusunda daha etkin olmaya itmiş gözüküyor. ABD’nin şimdilik nasıl bir rol üstleneceği netleşmiş olmasa da Türkiye için, en azından ekonomik anlamda, yükü azaltıcı bir etkisinin görülmesi olasılığı bulunuyor. Bu aşamada, Türkiye ile ABD’nin Libya konusunda politikalarını uyumlulaştırmayı başarmasının her iki aktör için de yararlı olacağını düşünüyorum. Özellikle ABD’nin Akdeniz’deki etkinliği açısından Libya’daki Rusya etkisinin sağlamlaştırılması, geri dönüşü zor bir kayıp anlamına gelecektir. Bölgedeki azalan etkinliği ve belirleyiciliğini en azından belli bir seviyede tutabilmek adına, ABD’nin Türkiye’nin tezlerini belli oranlarda desteklemesi mümkün görünüyor. NATO’dan gelen UMH’ye yönelik olumlu açıklamalarla ABD’nin bölgeye yönelik politikasının uyumlu olacağını düşünmemizde de bir sakınca olmayacağını söyleyebiliriz. Bu doğrultuda, Türkiye’nin Rusya’yla geliştirdiği esnek iş birliği modelinin bir benzerini ABD ile birlikte uygulamaya çalışması doğru bir tercih olabilir. Bu olay özelinde geliştirilecek karşılıklı çıkarlar odaklı pragmatist ve esnek bir iş birliği yoluyla iki ülke arasındaki ilişkilerin bir nebze ısınması da sağlanabilir. Türkiye’nin, Libya stratejisini sürdürülebilir kılmak adına böyle bir olasılığı değerlendirmesi ya da en azından olası iş birliği senaryolarını müzakere etmesi kendi yararına olacaktır.
ABD, Rusya ve AB gibi büyük aktörlerin yanı sıra Mısır gibi bölgesel bir aktörün de Libya konusuna müdahil olmaya çalıştığını biliyoruz. Son dönemde UMH güçlerinin kat ettiği ilerleme sonrası Sirte ve Cufra’nın kırmızı çizgileri olduğunu duyuran Mısır, Libya’ya yönelik bir askeri müdahalenin sinyallerini vermiş durumda. Mısır ordusunun gerçekleştirmeye çalıştığı dönüşüm sonrası daha modern bir görünüme kavuşmaya çalıştığı ve bu kapsamda çeşitli model ve tiplerde sistem ve platform alımları gerçekleştirdiği biliniyor. Bu denli geniş ve hızlı bir alım programı sonrası harbe hazırlık seviyesi sorgulanan bir ordu olan Mısır ordusunun, gerçekleştireceği olası bir askeri müdahalenin hedefleri ve kapsamı itibarıyla fazla ileri gidemeyeceğini öngörebiliriz. Özellikle hava kuvvetleri bağlamında çok çeşitli kaynaktan gerçekleştirilen tedarikin lojistik anlamda neden olacağı sorunları da hesaba katarsak Mısır, ilk etapta, belirlenen bir hattın savunması ve UMH’nin buradan ileriye geçmesini önlemek amacıyla bir pozisyon almaya çalışabilir. Ancak, ordusunun modernizasyonu kapsamında müşterisi olduğu Avrupalı ülkelerden Mısır’a yönelik gelecek tepkiler ve silah satışlarında yaşanabilecek aksamaların Mısır tarafından göze alınabileceğini iddia etmek çok zor. Bu bağlamda, zaten sınırlı bir müdahale seçeneği öngördüğüm Mısır’ın, gelecek tepkilerin olası sonuçlarını göz önünde bulundurarak bu işe girişmeyeceğini, girişse bile sürdürülebilir olmayacağını söylemek mümkün görünüyor. Dolayısıyla Türkiye’nin Mısır’ın müdahalesi karşısında yapacağı en iyi hamle UMH’nin meşruluğunun vurgulanması olacaktır. Bu olgu Mısır’ın UMH karşıtı müdahalesine yönelik olarak gelmesi muhtemel uluslararası tepkinin dozunu artırıcı etki göstermesinin yanında Türkiye’nin izlediği politikaya da bir onay anlamına gelecektir.
5. Sonuç Yerine
Buraya kadar anlatılanlardan anlaşılacağı üzere Türkiye’nin Libya konusunda uzun vadede ortaya çıkabilecek olumsuzlukları hesaba katarak, kısa vadede elde ettiği birtakım kazanımlarını siyasi/hukuki çerçevede de kesinleştirmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, Doğu Akdeniz’deki yalnızlığın sebep olacağı uzun vadeli olumsuzlukların aşılmasını da sağlaması hedefiyle, bölge dışı aktörlerle bölge politikasına yönelik çeşitli kapsamlarda iş birliğine girilmesi gerekeceği açıktır. Ancak, böylesi iş birliklerinin ortaya çıkmasını kolaylaştırmak adına, bölgesel hedefleri konusunda açık ve anlaşılır bir politika söylemine sahip olunması kritik önemdedir. Libya’daki süreci başından sonuna takip edenlerin göreceği üzere Türkiye’de henüz böylesi bir söylem birliği oluşmamış durumdadır. Daha çok anlık gelişen durumlar karşısında refleks gösterme biçimindeki açıklamalara rastlamak mümkündür. Dolayısıyla gerçekleştirilecek olan iş birliğinin zemininin ne olacağı yönünde uluslararası ve ulusal kamuoyunun kafasında soru işaretlerinin oluşmasının engellenmesi gerekmektedir.
Türkiye’nin Libya konusunda, askeri/materyal güç kullanımından kaynaklı olanlarla birlikte, ekonomik yükümlülüklerini ve maliyetlerini sürdürülebilir seviyelerde tutmaya özen göstermesi gerekeceği açıktır. Bu durumun Türkiye’nin siyasi güç kapasitesiyle alakası olduğunun da atlanmaması gerekiyor. Halihazırda Libya açıklarında ve Doğu Akdeniz’de görüntülenen Türk ve İtalyan deniz kuvvetleri, yükümlülüklerin azaltılması ve paylaşılması yönünde atılmaya çalışılan adımlar olduğuna işaret etmektedir. Ancak, İtalya’nın değişken konumundan kaynaklı olarak kalıcı bir iş birliğinin ortaya çıktığını iddia etmek için henüz çok erken. Aksine dışişleri bakanları düzeyinde gelen açıklamalarda Libya’ya bakıştaki farklılıkların hala ortada olduğu görülüyor. Ülkelerin Libya stratejilerini uzlaştırmayı başarmasının ne kadar zaman alacağını ya da bunun başarılıp başarılamayacağını ise zaman gösterecek. Henüz ABD’nin bölgeye yönelik aktif tutumların içine girmediğinin de atlanmaması gerekiyor.
Kaynakça
- [1] Faruk Sönmezoğlu, Son Onyıllarda Türk Dış Politikası (1991-2015), İstanbul: Der Yayınevi, 2016, s.33.
- [2] Hasan Basri Yalçın, Ulusal Güvenlik Stratejisi, Ankara: SETA, 2017, s.229.
- [3] Fuat Aksu, Türk Dış Politikasında Karar Alma ve Kriz Yönetimi Süreç Analizi, İstanbul: Dış Politika ve Kriz İncelemeleri Yay., 2017, s.126.
- [4] Joseph S. Nye, Amerikan Yüzyılı Bitti Mi?, İstanbul: Röle Akademik Yayınclık, 2016, ss.46-70.
- [5] Daniel W. Drezner vd., “Büyük Stratejinin Sonu: Amerika Küçük Düşünmeli”, çev. Mustafa Kaymaz, Perpektif Online [29.06.2020]
- [6] Fuat Aksu, “Doğu Akdeniz Deniz Yetki Alanları Sorunu ve Türkiye – AB İlişkileri”, Doğu Akdeniz’de Hukuk ve Siyaset, Sertaç Hami Başeren (Y. Haz.), Ankara: A.Ü. SBF Yay., 2013, ss.162-164.
- [7] Age, s.184.
- [8] https://www.ssb.gov.tr/Website/contentList.aspx?PageID=2372&LangID=1 [29.06.2020]
- [9] https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/yavuz-sinifi-firkateyn-milli-elektronik-harp-suiti-projesinde-teslimatlar-tamamlandi/1692739 [29.06.2020]
- [10] https://www.defenceturk.net/preveze-sinifi-denizaltilar-modernize-edilecek [29.06.2020]
- [11] https://www.dzkk.tsk.tr/icerik.php?dil=1&icerik_id=75 [29.06.2020]
- [12] Çağlar Kurç – COVID-19 Sonrasında Savunma Sanayi [29.06.2020]
- [13] https://tr.euronews.com/2020/06/19/cavusoglu-italya-libya-konusunda-dengeli-rol-oynam-st-r [29.06.2020]
YTÜ Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler 4. Sınıf öğrencisi. Savunma politikaları ve savunma sanayii meraklısı. Türkiye-ABD ilişkileri özelinde Türk Dış Politikası araştırmacısı.